sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2023 Salı

“Duygusal Zeka” İsimli Kitaptan Notlar

Merhaba sevgili okurlarım,

Bugün sizlerle Daniel Goleman tarafından kaleme alınmış olan duygusal zekâ isimli kitabı bu tartışacağız. Kitabın başlığında ilginç bir şekilde şu ifade geçiyor “Duygusal zekaya neden IQ’dan daha önemlidir?”

İnsanlık uzun süre IQ’nun en önemli ayrıştırıcı özellik olduğunu düşündü. Oysa duygular ve bunların yönetimi en az IQ kadar önemlidir. Kitap da aslında bunu anlatmaya çalışıyor.

Geçmişten bugüne gelindiğinde en başarılı olan insanların en akıllı insanlar olmadığını görmüşüzdür. Elbette başarı için belli bir seviyede zeka gereklidir. Fakat en zeki olanın en başarılı olacağı varsayımı doğru değildir. İşte bu noktada duygusal zekâ denilen kavram devreye giriyor ve bir insanı başarılı yapan yetenekler, insanın duygusal becerilerini yönetebilmesi oluyor.

Duygusal zekâ, insanın kendini harekete geçirebilmesi, aksiliklere rağmen yoluna devam edebilmesi, dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilmesi, ruh halini düzenleyebilmesi, sıkıntılarının düşünmeyi engellemesine izin vermemesi, kendini başkasını yerine koyabilmesi ve umut besleyebilmesi konularını kapsar.

Maalesef dünyada geçerli olan eğitim müfredatı genellikle aklı geliştirmeye yönelik olan müfredattır. Oysa aklı ve kalbi birleştirerek nasıl eğitim verilebileceğine dair bir vizyon geliştirilirse çocuklar bundan çok daha olumlu etkilenebilirler. Yakın gelecekte okullardaki eğitimin düzenli olarak özbilinç, özdenetim, empati ile dinleme, anlaşmazlık çözme ve iş birliği gibi temel insani becerileri kapsayacağına inanıyorum.

Duygular insanın tepkiler geliştirmesine yardımcı olur. Örneğin öfke hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutmaya ya da düşmana vurmayı kolaylaştırıcı şekilde ellere yönelir. Korku hissedildiğinde, kan kaçmayı kolaylaştırmak için bacaklardaki gibi büyük iskelet kaslarına yönelir. Şaşkınlık hissedildiğinde ise kalkan kaşlar görüş alanının büyüyüp retinaya daha fazla ışık girmesini sağlar. Bu beklenmedik durum hakkında daha fazla bilgi edinip çevrede neler olup bittiği anlaşılmaya çalışılır.  

Aslında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor.

İlkel canlılarda koku bölgesi ile Limbik sistem arasındaki bağlantı sayesinde kokular tanınıp seçilebiliyor, o anki koku geçmişteki ile karşılaştırılabiliyor ve böylece iyi kötüden ayırt edilebiliyordu.

Duygusal patlamalara sinirlerin korsanlığı ismini verebiliriz. Bulgulara göre o anlarda beyindeki bir merkez, acil durum mesajı verip beynin geri kalan kısımlarını da o duruma odaklar. Korsanlık anlarının en önemli özelliği kişinin o anı atlattıktan sonra kendisinin de neye uğradığını bilememesidir.

Beynin korku merkezi olarak adlandırılan amigdala duygusal durumların uzmanıdır. Amigdala beynin geri kalan kısmından ayrılsa olayların duygusal anlamını değerlendirmekte inanılmaz bir yetersizlik hatta duygusal körlük denilen durum ortaya çıkar.

Bir yüzün kuzenimizin olup olmadığını ayırt eden hipokampüstür, ondan pek hoşlanmadığınızı ekleyen ise amigdaladır. Bu nedenle Hipokampus bilgiyi ortaya çıkarırken amigdala o bilginin duygusal bir değerinin olup olmadığını belirler.

Beyinde iki bellek sistemi bulunmaktadır. Biri sıradan olaylar için diğeri ise duygusal açıdan yüklü olanlar için. Duygusal anılar için özel bir sistemin olması son derece anlamlıdır. Hayvanların kendilerini tehdit eden ya da hoşlarına giden olaylar hakkında canlı anılara sahip olmalarını sağlar. Ancak duygusal anılar şimdiki zamanı yanlış yönlendirebilir.

Duygusal anılar bebeğin yaşadıklarını henüz dile getiremediği bir dönemde yerleştikleri için ileride çağrıştırıldıklarında birey bunlarla ilgili duygusal durumu hatırlayacaktır. Nazi ölüm kamplarında sürekli baskıya maruz kalan insanların önemli bir kısmı elli yıl sonra bile genelde korku hissettiklerini ifade ediyordu. Dörtte üçüne yakın bir bölümü bir üniforma gördüklerinde, kapının vurulmasını işittiklerinde veya köpeklerin havladığını duyduklarında halen korku hissettiklerini belirtmiştir. On kişiden sekizi halen toplama kampı ile ilgili rüyalar gördüklerini ifade etmiştir.

Bir insanın kötü karar vermesi duygusal bilgi haznelerine erişiminin yeterli olmaması ile açıklanabilir. Düşünce ve duygunun buluştuğu nokta olan prefrontal - amigdala devresi yaşamımız boyunca hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylere ilişkin bilgilerin haznesini açan tek anahtardır. Oradaki duygusal bellekle bağ kopuksa neokorteks neyin üzerinde düşünüp taşınırsa taşınsın geçmişte onunla bağlantılı olan duygusal tepkileri başlatamayacağı için her şey belirsiz bir tarafsızlığa bürünür. Buradan anlaşılıyor ki duygular mantıklı olmak için gereklidir. Aslında akıl, duygusal zeka olmadan tam verimli çalışamaz. 

Buradan anlaşılıyor ki duygunun yerine aklı koymak değil ikisi arasındaki akıllı dengeyi bulmak önemlidir.

Akademik zekanın duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur. Aramızdaki en zeki insanlar gem vuramadıkları tutkuların, söz geçiremedikleri dürtülerin esiri olabiliyor. Yüksek IQ’lu kişiler özel yaşamlarını hayret edilecek ölçüde kötü yönetebiliyor.

Bir matematikçi, “SAT matematik puanı 500 (maks puan 800) olan bir üniversite birinci sınıf öğrencisi, matematikçi olma hevesinden vazgeçmelidir ancak kendi işini kurmak, senatör olmak ve milyonlarca dolar kazanmak istiyorsa vazgeçmesi için hiçbir sebep yoktur” demiştir. Orta yaşlarına kadar takip edildiğinde, okul sınavlarında en yüksek puanları tutturan kişilerin, daha düşük puanlı arkadaşlarına oranla maaş, verimlilik ve kendi alanlarındaki konumları açısından çok daha başarılı olmadıkları gözlenmiştir. Üstelik hayatlarından ne daha hoşnut, ne de arkadaş, aile ve aşk ilişkilerinde daha mutluydular.

Duygusal zekâ yetenekleri beş ana başlık altında toplanabilir. Özbilinç, duyguları idare edebilmek, kendisini harekete geçirebilmek, başkalarının duygularını anlamak ve ilişkileri yürütebilmek.

Özbilinçli insan özerk, kendi sınırlarından emin, dışarıdan kendisine bakabilen, psikolojik açıdan sağlığı yerinde olan ve hayata olumlu bir gözle bakan insandır. Kötü bir ruh haline girdiklerinde bunu dert edip kafalarına takmazlar ve kısa bir süre içinde kendilerini bu durumdan kurtarırlar. Stres karşısında her şeye fazlasıyla dikkat eden kişi özellikle de özbilinçten yoksunsa istemeden tepkisinin şiddetini arttırır.

Burada önemli olan duyguları bastırmak değil belli bir dengede yaşamaktır. Her duygunun kendine özgü bir değeri ve önemi vardır. Burada Aristo‘nun tespit ettiği gibi makbul olan uygun duygudur yani koşullarla orantılı biçimde hissedebilmektir.

İnsanın olumsuz bir duygudan kurtulabilmesi için ufak bir zafer ya da kolay bir başarı oluşturması gerekmektedir. Evde uzun zamandır ertelenmiş bir işe girişmek ya da halledilmesi gereken bir işi üstlenmek gibi. Aynı nedenle sadece şık giyinerek ya da makyaj yaparak bile olsa kendi görüntüsünü düzeltmek insanı neşelendirebilir.

Bir insan kendisini kendisinden daha aşağı seviyede olan insanlarla kıyasladığında bu moral yükseltici olur. Diğer taraftan kendini daha üst seviyede insanlarla karşılaştıranlar ise en derin depresyona girenlerdir. En etkili depresyon ilacı ihtiyacı olanlara yardımda bulunmaktır. Depresyon derin düşüncelerle ve insanın kafasında kendi sorunlarını takması ile beslendiğinden kendi acıları ile buluşan kişilere empati duymak kuruntularımızdan silkinmemizi sağlar.

Berlin’deki en iyi müzik Akademisi’nin 20 yaşlarındaki en başarılı keman öğrencileri hayatları boyunca on bin saat çalışma yapmışlardı.

Dört yaşındaki çocuklara bir lokum testi yapılmıştır. Çocuklara, “eğer yapmakta olduğum görevi bitirmemi beklersen iki tane lokum alabilirsin. Eğer o zamana kadar bekleyemezsen şimdi ama sadece bir tane alabilirsin” denmiştir. Bunların bir kısmı duygularına yenilerek hemen bir tane almayı tercih ettiler. Fakat dürtülerine karşı koyabilen ve başlamakta olan hareketi bastırabilen çocuklar ergenliğe ulaştıklarında sosyal açıdan daha yeterli idiler. Bu çocuklar kendini ortaya koyabiliyor, hayatta karşılaştıkları açmazlarla daha iyi mücadele edebiliyorlardı. 

Çocukların lokumu hemen kapanlarından üçte biri ortak özellik olarak psikolojik açıdan daha sorunlu bir görünüm sunmaktadır. Ergenlik zamanında sosyal temastan kaçınmaya, inatçı ve kararsız davranmaya daha açıktılar. Hayatın ilk dönemlerinde ufak tefek başlayan şeyler zaman içinde büyüyüp gelişerek çok daha çeşitli sosyal ve duygusal beceriler halini alıyor. Dört yaşındayken sabırla bekleyenlerin öğrenci olarak da beklemeyenlere kıyasla daha üstün çıktıklarını görüyoruz. Bunlar fikirlerini daha iyi ifade edebiliyor, mantıklarını kullanıp akıllıca tepki verebiliyor ve yaptıkları işe konsantre olabiliyorlar.

Kaygı her türlü akademik başarıyı engeller. Bir insan tasalanmaya ne kadar yatkınsa akademik başarısının da neyle ölçülür ise ölçülsün o kadar düşük çıktığı belirlenmiştir. Tasalı olmayan kişilerden oluşan bir kıyas grubundan 15 dakika boyunca bilinçli olarak tasalanmaları istediğinde onların da aynı işi yapma yeteneğinde hızlı bir düşüş gözlemlenmiştir. Tasalı kişilerin ise işe başlamadan önce 15 dakikalık gevşeme seansı ile tasalanma düzeyi düşürüldüğünde işi yaparken sorunları olmamıştır. 

Kaygı ile başarı arasında optimum bir nokta vardır. Çok kaygı ile tamamen kaygısızlık başarıyı olumsuz etkilemektedir. Ruh halindeki hafif değişiklikler düşünme sürecini etkiler. Plan yaparken veya karar alırken iyi ruh halindeki kişileri daha geniş ve olumlu düşünmeye yönelten algısal bir eğilim vardır. İyi ruh halinde iken daha olumlu olayları hatırlarız, kendimizi iyi hissettiğimiz bir sırada, işin iyi ve kötü yanlarını düşünürken belleğimiz terazinin olumlu kefesine ağırlığını koyar. Böylece biraz daha maceracı ya da riskli bir şeyler yapabilmemiz kolaylaşır. Aynı nedenle kötü bir ruh hali belleği olumsuz yöne saptırarak bizi korkak, temkinli kararlar almaya yönlendirir. 

Umut, aynı zeka düzeyindeki insanları farklılaştırmaktadır. Umut besleyebilen öğrenciler kendileri için daha yüksek hedefler belirleyip sıkı çalışarak bunlara nasıl ulaşabileceklerini biliyorlar.

İyimser kişiler başarısızlığı değiştirilebilir bir nedene bağlar ve böylece bir sonraki denemelerinde başarılı olacaklarına inanırlar. Kötümserler ise başarısızlığın nedenini kendilerinde bulup değiştiremeyecekleri sabit bir özelliğe atfederler. Kötümsere yapılan olumsuz bir geri bildirim onun daha kötü olmasına, iyinin ise daha iyi olmasına neden olur.

Akış haline girebilmek duygusal zekanın en üst noktasıdır. Bu durum belki de duyguların tamamen performans ve öğrenim hizmetine verilmesidir. İnsanların konsantrasyonu kendilerinden beklenenler her zamankinden biraz daha fazla ise ortaya çıkar ve sonuçta her zamankinden daha çok şey verilebilir. Kendisinden çok az şey beklenen insan sıkılır. Baş edebileceğinden fazlası istenirse de kaygılanır. Akış, can sıkıntısı ve kaygı arasındaki o hassas bölgede oluşur. 

Empatinin kökeni özbilinçtir. Duygularımıza ne kadar açıksak, hisleri okumayı da o kadar iyi beceririz. Empati gösteremeyenler karşısındakinin acısını hissetmezler.

İki insan etkileşimde bulunduğunda ruh hali, duygularını daha güçlü ifade edebilenden daha edilgen olana doğru aktarılır.

Sosyal ilişki zekası yüksek olan kişiler, insanlarla rahat bağlantı kurabilen, onların tepkilerini ve hislerini akıllıca okuyabilen, onları yönlendirebilen, organize edebilen ve her insani faaliyette alevlenebilecek tartışmaların üstesinden gelebilen kişilerdir. İnsanlar, “böyle insanlarla birlikte olmak ne büyük zevk” türünden şeyler söylerler.

Çocuklar reddedilme endişesi yüzünden başka çocuklarla oyun oynama konusunda temkinlidir. Bu durum ilerleyen yaşlarda tanımadığı kişilerin bulunduğu bir partiye katılan ve yakın arkadaş görüntüsünde neşeli bir muhabbete dalmış gruptan uzak duran bir yetişkinin hissettiği kaygı haline gelir.

Cinsiyetlerin arasında duygusal zekâ anlamında farklılıklar görünür. Erkekler yalnızlık, katı bir bağımsızlık ve özerklikle gurur duyarken, kızlar kendilerini bağlantı ağının bir parçası olarak görür. Erkekler kendi bağımsızlıklarına meydan okuyabilecek herhangi bir şeyi tehdit olarak algılarken, kızlar daha çok ilişkilerinde bir kopma konusu olduğunda kendilerini tehdit altında hissederler.

Stres ve kaygı bağışıklık sistemini olumsuz etkiler. Az stresli olanların %27’si virüse maruz kaldıktan sonra soğuk algınlığına yakalanırken, bu oran stresli bir yaşantı sürenlerde %47 olmuştur.

Sosyal tecrit, yani özel duygularını paylaşacak ya da yakın temasta olduğumuz kimsenin bulunmadığı hissinin hastalık ya da ölüm oranını ikiye katladığı görülmüştür. Aslında sigara içmek ölüm riskini 1,6 oranında artırılırken sosyal tecrit iki kat artırmaktadır.

Çocuğun okula hazır olması, tüm bilgilerin aslı olan nasıl öğreneceğine bağlıdır. Burada duygusal zekâ ile ilgili yedi anahtar öğe bulunmaktadır. Bunlar; güven, merak, amaç gütmek, özdenetim, ilişki kurabilme, iletişim yeteneği ve iş birliği yapabilmedir.

Eğer insanlar bir felaket karşısında bir şeyler yapabileceklerini, ne kadar küçük çapta olursa olsun bir miktar denetim gücüne sahip olduklarını hissediyorlarsa, kendini tamamı ile çaresiz hissedenlere kıyasla duygusal olarak çok daha iyi durumdadırlar. Denetimimizde olan bir şey bizi rahatlatır.

Hüzünlü ya da neşeli bir mizaca eğilimin, çekingenlik ya da atılganlık eğilimi gibi hayatın ilk yılında ortaya çıkması, bu özelliğin kalıtımsal olarak belirlendiğini işaret eden bir gerçektir.

Korumacı zihniyet çocuğun korkularını alt etmeyi öğrenme fırsatını yoksun bıraktığı için korkuları artırmaktadır. Çocuk yetiştirmede “uyum sağlamayı öğren” felsefesi, korkak çocukların cesaretlemesine yardımcı olur.

Son yarım yüz yıldır gerek din, gerekse toplum ve geniş aileden gelen destek bağlamında büyük inançların silikleşmesini yaşadık. Bu, yenilgilere ve başarısızlıkları karşı tampon vazifesi görebilecek kaynakların kaybı anlamına gelir. Bir başarısızlığı kalıcı bir şey olarak görüp hayatınızdaki her şeye gölge düşürecek kadar büyüklüğünüzde bir yenilgiyi sürekli bir umutsuzluk kaynağını dönüştürme eğiliminde olursunuz. Oysa tanrıya ve ölümden sonraki yaşama inanmak gibi daha geniş bir bakış açısına sahipseniz işinizi kaybetmiş olmak sadece geçici bir yenilgi olarak kalır.

Yenilgiye uğrayan insan kendini alkol veya uyuşturucuya verebilir. Alkolün metabolik etkileri kısa bir ferahlamanın ardından çoğu kez depresyonu daha da kötüleştirir. Yemek yemek de böyledir…

Kitapta daha birçok önemli bilgi bulacaksınız. O sebeple okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

3 Temmuz 2023 Pazartesi

“Kitlelerin Psikolojisi” Adlı Kitaptan Notlar

Selamlar sevgili okurlarım,

Yakın zamanda okuduğum ve Gustave Le Bon tarafından kaleme alınmış olan “Kitlelerin Psikolojisi” adlı kitaptan sizin için derlediğim notlarımı bu yazıda bulabilirsiniz. 

Yazarın kitabı 19. yüzyılın sonlarına doğru yazmıştır. Kitap, “fertlerin bilinçli faaliyetlerinin yerini, kitlelerin bilinçsiz eylemlerinin alması, içinde bulunduğumuz çağın en temel özelliklerinden biridir” cümlesi ile başlar.

Büyük reformlar, milletlerin ruhunu bir anda değiştirebilmek mümkün olsaydı işe yararlardı. Fakat bu ayrıcalığa sadece zaman sahiptir. İnsanı yöneten özümüzdeki unsurlardır, geleneklerimiz gibi. Kurumlar ve kanunlarsa ruhumuzun harici karşılığı ve ihtiyaçlarının bir ifadesidir. Ondan doğdukları ve bir neticesi olduklarından bu kurumlar ile yasalar ruhu değiştiremezler.

Tarihte büyük imparatorlukların yıkılması veya kurulması halkların düşüncelerindeki köklü dönüşümün etkisi ile olmuştur. Medeniyetlerdeki yenilemenin kaynağı diyebileceğimiz önemli değişimler esasen düşüncelerde, kavramlarda ve inançlarda meydana gelenlerdir.

İçinde bulunduğumuz çağ insanlığın düşüncesinin dönüşüm geçirdiği oldukça kritik zamanlardan biridir. Bu dönüşümün temelinde iki ana etken mevcuttur. İlki, medeniyetimizin bütün elementlerinin kaynağını teşkil eden dini, siyasi ve toplumsal inançların ortadan kalkmasıdır. İkinci ise modern bilim ve sanayi buluşları sonucunda büsbütün yeni varoluş ve düşünüş koşullarının oluşturulmasıdır.

Milletlerin kaderi artık hükümdarların konseylerinde değil, kitlelerin kalbinde yazılmaktadır.

Dünya tarihini fazlaca etkilemiş olan dini veya siyasi liderlerin aynı zamanda birer psikolog olduğunu söylemeliyiz. Örneğin Napolyon yönettiği halk kitlelerinin psikolojisine olağanüstü şekilde nüfuz edebilmişti fakat başka ülkelerdeki kitleleri kimi zaman gözardı etti. Bu durum da İspanya ve bilhassa Rusya’da savaşlara sürüklenmesine yol açtı. 

Kitlelerin psikolojisini anlamak tüm politikaları ona göre yapmayı gerektirir. Vergi politikasını buna bir örnek olarak verebiliriz. Bir vergi göze batmayan cinsten ve görünürde hafif olursa çok daha kolayca kabul edilir. Bu yüzden ne kadar fazla olursa olsun dolaylı bir vergi, kitleler tarafından daima kabul edilir çünkü tüketim nesneleri üzerinden günlük şekilde ve çok küçük miktarlara bölünerek ödendiğinden alışkanlıkları bozmayacak ve göze batmayacaktır. Fakat maaşlar ya da başka tür gelirlerle orantılı ve tek seferde ödenecek bir vergi ötekinden on kat daha az bile olsa genel itirazlara sebep olur. 

İnsanların eylemleri ardındaki nedenleri çözümlemek, bir mineral veya bitki keşfetmek kadar ilginçtir.

Kitle her zaman bilincinde olmadığı etkenlerin boyun duruluğu altındadır. Zihinsel faaliyetlerin yok olması ve omurilik faaliyetlerinin hakim olması bir kitlenin genel özelliklerini yansıtır. Kitlelerin davranışında zekada düşüş ve duyguların bütünüyle dönüşümü gözlemlenir.

Psikoloji kitlenin en göze çarpan özelliği şudur. Onu oluşturan bireylerin hayat tarzı, mesleği, karakteri veya zekası birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, sırf bir kitleye dönüşmüş olmaları sebebiyle onları tek başlarınayken hissedecekleri, düşünecekleri ve harekete geçirecekleri tarzdan bambaşka şekilde hissetmeye, düşünmeye ve hareket etmeye iten kolektif bir ruha sahiptirler. Kimyadaki bazlar veya asitler gibi elementlerin bir araya gelince kendilerinden tamamiyle farklı niteliklere sahip yeni bir madde oluşturması gibi, burada da bileşimler ile yeni özellikleri yaratılması söz konusudur. 

Bağımsız bireylerde bulunmayan, kitleleri has özel karakteristiklerin açığa çıkmasının muhtelif sebepleri vardır. İlki, bir kitlenin parçası olan bireyin sırf sayısal koşulları sebebiyle yenilmezlik hissine kapılması ve bu yüzden kendi başına iken mecburen frenleyeceği içgüdülerine kitle halindeyken teslim olmasıdır. Kitlenin anonim ve dolayısı ile sorumluluktan muaf durumu sebebiyle de birey, bu içgüdüleri kontrol altında tutma konusunda çok daha isteksiz olacaktır. İkinci sebep sirayet durumudur. Bir kitledeki bütün his ve eylemler, bireyin kendi menfaatini kitleninkinin uğruna terk etmesini sağlayacak ölçüde sirayet edicidir. 

Bir kitle içinde bireyin temel nitelikleri şunlardır. Bilinçli kişiliğinin yok olması, bilinçdışı kişiliğin hüküm sürmesi, telkin yoluyla belli bir istikamete yönelme, duygular ile düşüncelerin tek bir yönde sirayet edişi ve telkin edilen fikirlerin derhal eyleme dökülmesi. Bu birey artık kendisi olmadığı gibi iradesini rehberliğinde kaybettiğinden bir tür otomata dönüşmüştür.

Kitleler suç eğiliminde olabildiği gibi kahramanlık eğiliminde de olabilirler.

Daima bilinçdışının sınırlarında dolaşan, tüm telkinlere teslim olan, mantığın sesine kulak vermeyen tüm insanlar gibi şiddetli duyguları sahip ve eleştirel bir zeminden yoksun olan kitle, en üst seviyede bir saflıkla hareket eder. Onun için hiçbir şey ihtimal dışı değildir ve en imkansız hikayeler ile efsanelerin nasıl kolaylıkla uydurulup yayıldığını anlamak için bunu hatırlamak gerekir. En sıradan olay bile kitlelerin gözünde hızlıca başka bir şeye dönüşebilir. Örneğin Kudüs surları üzerinde haçlı askerlerinin önünde beliren Aziz Yorgi’nin şüphesiz ilk önce sadece tek bir asker görmüştü. Bir kişinin tecrübe ettiği bu mucize telkin ve sirayet yoluyla sonunda herkes tarafından kabul gördü. 

Halk toplantılarında konuşmacının en küçük bir itirazı bile derhal hiddetli yaygaralarla ve şiddetli hakaretlerle karşılık bulur. Kitleler güce saygı duyar ve iyilik gördüklerinde bundan çok etkilenmezler çünkü bu, onlar için bir türlü zayıflıktır. Onlar yumuşak huylu hükümdarları değil, daima kendilerini şiddetle ezip geçen zorbaları sevmiş, onlar adına en yüksek heykelleri dikmiştir. Kitleler devrilmiş bir despotu memnuniyetle ayaklar altına alıyorsa bunun sebebi, gücünü yitirmiş bu hükümdarın artık kendisinden korkulmadığı için alay konusu haline gelen kimseler kategorisine dahil olmasıdır. Örneğin Bonapart’ı en coşkulu şekilde alkışlayanlar Jakobenlerin en gururlu ve en dik başlı olanlarıydı.

Kitlelerin muhakeme kabiliyeti daima düşük seviyelidir.

Fikirlerin kitleler ruhunda yer edinebilmesi için uzun bir zaman gerekir aynı şekilde etkisinden kurtulabilmeleri de kısa sürmez. Bu yüzden kitleler, fikirler söz konusu olduğunda, iyi eğitimli kişilerin ve filozofların daima birkaç kuşak arkasındadır. Günümüzdeki tüm devlet adamları, temel fikirlerdeki hatalı tarafların farkındadır fakat bu fikirlerin etkileri hala çok güçlü olduğundan, artık doğru olduğuna inanmadıkları ilkelere göre halkı yönetmeye mecburdurlar.

Kitlelerin muhakeme şekli, buzun ağızda eridiğini tecrübeyle bilen, dolayısı ile onun gibi saydam bir madde olan camın da ağızda erimesi gerektiği sonucunu çıkaran Eskimolarınkine benzer. Cesur bir düşmanın kalbini yiyerek onun cesaretini kazanacağını düşünen ilkel bir adamınkini veya patron tarafından sömürüldüğü için bütün patronların işçileri sömürdüğü sonucuna varan kişininkini de örnek gösterebiliriz.

Muhakeme kabiliyetini yoksun insanlarda olduğu gibi, kitlelerin figüratif hayal gücü de çok kuvvetli ve tesire oldukça açıktır. Bir kişi, olay veya tesadüf sebebiyle kitlenin zihninde canlanan imgeler neredeyse gerçek nesneler gibi canlılık arz eder. Kitleler bir bakıma uykudaki kişileri andırır. Geçici şekilde askıya alınan aklı, bu kişinin ruhunda çok şiddetli fakat düşünceye dalınsa hemen dağılıp gidecek bazı imgeler uyandırır. Kitleler için olayların en cezbedici kısmı, olağanüstü ve en efsanevi yönleridir. Bir medeniyeti incelediğimizde, gerçekte onu ayakta tutan temel unsurların efsanevi olduğunu görürüz. Görünürdeki şeyler tarihte her zaman gerçeklerden daha önemli bir rol oynamıştır. Gerçek dışı, gerçeği her zaman alt eder. Örneğin Jean D’arc veya Ergenekon destanı gibi.

Dahil olmak üzere, tüm ülkelerdeki ve dönemlerdeki büyük devlet adamları halkın hayal gücünü iktidarın temeli görmüşler ve asla onu karşılarına alarak ülkeyi yönetmeye kalkışmamışlerdir. Napolyon devlet konseyine şöyle demiştir. Katolikliğe geçerek Vendee Savaşını kazandım, Müslümanlığı geçerek Mısır’a ayak basma şansını yakaladım, ultramontanisme ye geçerek İtalya’daki papazları kazandım. Şayet bir Yahudi toplumunu yönetiyor olsaydım Süleyman’ın tapınağını yeniden inşa ederdim.

Milletler kurumlarını hakikaten değiştirme imkanından yoksundur. Şüphesiz şiddetli devrimlerle bu kurumların isimlerini değiştirmeyi başarabilirler ama özünde aynı kalacaklardır. Bu yüzden dünyanın en demokratik ülkesi monarşi ile yönetildiği halde İngilteredir. Baskı despotizmin hüküm sürdüğü ülkelerse Cumhuriyet ile yönetmelerine rağmen Hispanik Amerika topraklarındadır. Milletleri yöneten onlara has niteliklerdir ve bu nitelikler üzerinde şekillenmiş kurumlar da ödünç alınmış bir giysiden, eğreti bir kılıfdan farksızdır. Hiç şüphesiz azizlerin bazı eşyalarından medet ummaya benzer şekilde kendisine saadeti tesis etmek gibi doğaüstü bir güç atfedilen kurumları da dayatmak için kanlı savaşlar, şiddetli devrimler yapılmıştır ve gelecekte de yapılacaktır. 

Kelime ve formüller ustalıkla kullanıldığında, eskiden sihir yapan kişilerin onlara atfettiği gibi esrarlı bir güç kazanabilirler. Bu kelimeler, kitlelerin ruhunda en dehşetli fırtınaları hem uyandırabilir hem de dindirebilirler. Kelime ve formüllerin gücünün kurbanı olmuş insanların kemikleriyle Keops’tan daha yüksek bir piramit inşa edilebilirdi.

İçin demokrasi kelimesi kişisel irade ve girişimin devlet tarafından temsil edilen halkın irade ve girişimleri tabi olmasını ifade eder. Her şey üretmek, merkezi eleştirmek, tekel değiştirmek ve üretmek konularında kendisine giderek daha fazla sorumluluk yüklenen devlettir. Radikaller, sosyalistler ve monarşistler  devlete müracaat ederler. Halbuki Anglo-Saksonlar ve Amerikalılarda aynı demokrasi kelimesi bireyin öne çıktığı devletin silikleştiği bir yapıyı ifade eder. Özetle bazı ülkelerde kişi silikleşirken devlet yücelir, bazı ülkelerde ise devlet silikleşirken kişi yücelir. 

Kitleleri yanılsamalara inandıran kişi onlara hükmeder. Onları bu yanılsamadan uyandırmaya çalışan kişi ise düşmanları olur. Sözü edilen liderlerin çoğu zaman düşünce adamlarından değil, eylem adamlarının arasından çıkar. 

Tarihteki tüm olaylar inançlarından başka bir gücü olmayan sıradan insanların arasından çıkan liderler tarafından gerçekleştirilmiştir. Dünyadaki büyük imparatorluklar filozoflar, alimler veya şüpheciler tarafından değil bu tarz eylem insanları tarafından kurulmuştur. 

Önderleri iki gruba ayırabiliriz. Bir grupta enerjisi yüksek ve iradesi kuvvetli olmakla beraber süreklilik arz etmeyen liderler, diğer tarafta ise sağlam iradeli ve bunu muhafaza etmeyi başaran liderler vardır. İkincisi daha az görülür. Birincisine örnek olarak Napolyon’u, ikincisine örnek olarak Hz.Muhammed’i verebiliriz. 

Önderler kitlelere hitap ederler. Bir beyanın da etkili olabilmesi için tekrarlanması gerekir. Sürekli aynı kişi hakkında aynı suçlamayı duyarsak buna bir gün ikna oluruz. Medyanın gücü de buradan gelir. 

İki tür itibar vardır. Kazanılmış ve şahsi itibar. Kazanılmış itibar; isim, servet ve şöhretten gelir. Şahsi itibar ise bireyin kendisi ile ilgilidir. Şan, şöhret ve servet ile bir arada olabileceği gibi bunlar olmadan da şahsi itibar olabilir. Kazanılmış itibar daha yaygındır. Şahsi itibar ise kolay değildir. 

Kitlelerin zihnine gelip geçici bir düşünce aşılamak çok kolaydır. Fakat kalıcı bir inanç yerleştirmek zordur. Bu bir kez başarıldığında bu sefer de söküp atmak zor olur. 

Çoğunluğu işçi ve köylülerin oluşturduğu seçmenler adaylarını nadiren aralarından seçiyorlarsa bunun sebebi içlerinden gelen kişilerin onların gözünde bir değerinin olmamasıdır. 

Medeniyet bir piramidin zirvesindeki seçkin zihinlerden müteşekkil küçük bir azınlığın eseri olduğu yadsınamaz. Kitlelerin oyu bu yüzden büyük bir tehlike arz eder. 

Her türlü boyunduruğa katlanmış olan halklar çok geçmeden bu boyunduruğu arzulamaya başlarlar. Böylece tüm doğallıklarını ve enerjilerini kaybederler. Artık içi boş gölgeler, iradesiz, dirençsiz, güçsüz ve edilgen otomatlar gibidirler. 

Bir idealin peşinden giderek önce barbarlıktan medeniyete yükselmek, sonra da hayal gücünü yitirip düşüşe geçip yok olmak. İşte bir milletin hayat döngüsü budur. 




28 Haziran 2022 Salı

“Yeni İnsan ve İnsanlar” Adlı Kitap Özeti

Merhaba sevgili arkadaşlar, bugün sizlere Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı tarafından yazılmış olan Yeni İnsan ve İnsanlar adlı kitabı özetlemeye çalışacağım.

Kitap genel anlamıyla sosyal psikolojiden bahsediyor. Sosyal psikolojiyi de “sosyal ve kültürel ortamdaki birey davranışının özelliklerinin ve nedenlerinin bilimsel incelemesi” olarak tanımlıyor. Özetle sosyal psikoloji, kişinin başka kişilere ilişkin davranışını incelemektedir.


Sosyal etkiye maruz kalan insanlar uyma davranışı gösterebilmektedir. Örneğin sokakta birkaç kişinin havaya baktığını gören Ahmet diğerleri gibi durup havaya bakabilmektedir. Bir başka örnekte de iki kapıdan hangisinin kadınlar için hangisinin erkekler için olduğu belli olmayan bir tuvalette Mehmet kararsızlık içinde ise hangi kapıdan kimin çıktığına göre tercihini yapabilmektedir.

İnsanın uyma davranışı gerçekten araştırmaya değer bir konudur. Örneğin Asch’in uyma deneyi çok çarpıcı çıktılar vermektedir. 

Solomon Asch isimli sosyal psikolog 1953 yılında bireylerin sosyal duruma uyumları üzerine bir deney tasarlar. Katılımcılara bir görüş testine girecekleri söylenir. Deneyde tüm katılımcılara bir çift kart gösterilecektir. Bu kartların birinde kısa, orta ve uzun olmak üzere 3 çizgi vardır. Diğer kartta ise tek bir çizgi bulunmaktadır ve diğer karttaki 3 çizgiden biriyle aynı boydadır. Daha sonra deneklere bu karttaki çizginin diğer karttaki çizgilerden hangisine benzediği sorulur. 

Katılımcılardan biri hariç diğer hepsi Asch'ın asistanlarıdır ve deneyin amacı gerçek deneğin davranışının diğer deneklerden ne derece etkilendiğini bulmaktır. Katılımcıların hepsi aynı odada durmaktadır ve kendilerine kart çiftleri gösterildikten sonra sırayla cevap vermeleri istenir. Gerçek deneğe en son sıra gelir. Sıra ona gelene kadar denek diğer katılımcıların önce doğru cevap verdiklerini fakat daha sonra katılımcıların hep birlikte yanlış cevaplar vermeye başladıklarını görür. Cevap sırası kendisine gelen gerçek deneklerden %32'si yanlış da olsa grubun söylediği cevaba katılır.

Yukarıdaki deneyde anlaşıldığı gibi insanlar sosyal etkileri maruz kaldıklarında gruba uyuma davranışı içine girebilmektedirler.

İnsanın içinde bulunduğu grubun büyüklüğü, grubun kendi içerisinde söz birliği yapması, grubun saygınlığı veya yüz yüze olması insanın uyuma davranışını büyük ölçüde etkileyebilmektedir.

Gruba olan uyum elbette ki kültürel değerlerden de etkilenmektedir. Toplulukçu kültürlerin insanları gruplarının onayını almayı bireyci kültürden insanlara göre daha fazla önemserler ve alamazlarsa utanç duygusu yaşarlar. Bireyci kültürden bir kişi gruptan özerk olma ve birey olma gereksinimine daha fazla sahiptir. Gruba uyum toplulukçu kültürlerde bireyci kültürlerde olduğu gibi bir zayıflık ve birey olma özelliğini yitirme işareti sayılmaz. Tam tersine kişiden beklenen budur ve olgunluk belirtisidir.

Gruba uyum temelde üç şekilde gerçekleşebilir. Bunlar; itaat, özdeşleşme ve benimsemedir. Eğer bir otoriteye itaat ederek farklı fikirde olmuş olsak da gruba uyum sağlıyorsak bunun adı itaattir. Fakat grubun söylediklerini benimsiyorsak bunun adı benimsemedir. Bunlardan en kalıcı olan benimsemedir.

Tutum bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan eylemdir. Tutumlardan yola çıkarak kalıplaşmış tutumlardan da bahsedebiliriz. Kalıplaşmış tutumlar küçük yaşlarda gelişmeye başlar; politik, tarihsel, ekonomik veya kültürel çeşitli etkenlerden etkilenir, çoğunlukla başkalarından kulaktan dolma edilen bilgilerle gelişir, akılcı olmaktan çok duygusal nitelikte olurlar ve bunlar kolayca değişmeyip zaman içinde oldukça durağan hale gelirler. 

Farklı politik görüşleri olan insanlar arasında birbirlerine ters radikal düşüncelere sahip insanlar birbirlerini oldukça olumsuz şekilde görürlerken, bunların arasında politik düşünceye sahip olan insanlar her iki radikal kesimi de diğerlerinin birbirlerini gördüklerinden daha ılımlı görme eğilimindedir.

İnsanları ikna etmenin iki temel yolu vardır. Bunlar; merkezi ve çevresel yollardır. Örneğin bilgisayar reklamı ile sigara reklamını kıyaslayalım. Bilgisayar reklamında pazarlanan bilgisayar hakkında oldukça teknik ve ayrıntılı bilgiler verilir. Oysa sigara reklamlarında sigara hakkında bilgi vermek yerine sigarayı çekici kişilerin, tanınmış film yıldızlarının kullandığı hissiyatıyla olumlu bir durum oluşturulmaya çalışılır. Bunlardan bilgisayar reklamı merkezi bir yol olurken, sigara reklamı ise çevresel yolla iknaya iyi bir örnektir. İnsanlar düşünme eğiliminde olduklarında merkezi yolla ikna edilebilirlerken, düşünme tembeli olunan durumlarda çevresel yol daha etkili olur.

İnsanlarla yapılan bir iletişimde kullanılan cümlenin içeriği kaynağına bağlı olarak anlam kazanabilmektedir. Örneğin “arada bir biraz başkaldırma iyi bir şeydir ve fiziki dünyada fırtınalar nasıl gerekliyse politik dünyada da o kadar gereklidir” cümlesi bir kısım deneğe Amerika eski devlet başkanlarından Jefferson’a, diğer kısmına da Lenin’e ait olduğu söylendi. Cümlenin Jefferson’a ait olduğunu düşünen denekler cümleyi fikir özgürlüğünün bir ifadesi olarak yorumlarken Lenin’e ait olduğunu düşünenler ise toplumsal baş kaldırma olarak konuya baktılar. 

İletişimin daha gerçekçi olabilmesi için kaynağın kendi çıkarı doğrultusunda iletişim yapmaması hatta yaptığı iletişimin kendi çıkarlarına biraz ters düşmesi gerekmektedir. Bunun yanında tesadüfi olarak duyulduğu zannedilen iletişim kişiyi etkileme amacı taşımadığından yani bir art niyetle yapılmadığından çok daha güvenilir olarak algılanmaktadır.

İletişimin bir özelliği de tek ya da çift yönlü oluşudur. Tek yönlü iletişimde sadece ileri sürülen tez açıklanırken çift yönlü iletişimde karşıt görüş de açıklanabilmektedir. Eğer iletişim kurulan grup daha zeki ve bilgi sahibi ise çift yönlü iletişim tercih edilebilir. Oysa iletişim kurulan grup çok zeki bir grup değilse tek yönlü iletişim ile anlatılmak istenen doğrudan karşı tarafa söylenir.

Konuya bir de duygusal veya akılcı iletişim olarak bakmak lazım. İletişim ancak eğer dinleyiciye yakın bir konusu varsa duygusal olabilir. Aksi halde duygusallık dinleyici tarafından tuhaf olarak nitelendirilir. Örneğin bir politikacı hayat pahalılığı ya da yurttaki enflasyon hakkında konuşurken duygusal olursa dinleyicileri etkileyebilir ama aynı politikacı Japon Yeni’nin devalüasyonu konusunda duygusallaşırsa bu hiçbir şey ifade etmez. Akılcı iletişim ise dinleyici grubuna somut bilgiler vermek üzerine yapılan iletişimdir. Her iki iletişim de yeri geldiğince kullanılabilir.

Bunun yanında korku içeren iletişimin korku içermeyen iletişime göre daha etkili olduğu görülmektedir.

Şimdi bir de iletişime maruz kalan hedef grubun nasıl hareket ettiğinden bahsedelim. Birincisi dinleyicinin tutumu ile ilgili olarak ne kadar taahhüt altına girdiği bu iletişime vereceği cevabı etkilemektedir. Örneğin belli bir marka otomobili yeni satın almış bir kimse başka bir markanın reklam propagandasına kapalı olacaktır. Ya da bir politik görüşü herkesin önünde savunmuş olan bir kimse başka bir politik görüşe kolay kolay geçemeyecektir. 

Diğer bir konu da kendine güvendir. Birçok araştırmanın ortak bulgusu kendine güveni az olan kişilerin kolay ikna olduğudur. Kendine güveni olmayan kimseler kendi görüş ve fikirlerine de fazla değer vermedikleri için onları değiştirmeleri güç olmaz. Ayrıca düşük saygınlığı olan dinleyicilerin daha kolay etkilenebilir olduğu da söylenebilir. Yüksek zeka veya eğitime sahip dinleyicilerin düşük zeka ve eğitimlilere oranla tutarlı, mantıklı ya da karmaşık iletişimden daha fazla etkilenecekleri söylenebilir. 

Kadınların genellikle erkeklerden daha kolay ikna edilebildiği ve sosyal etkiye daha fazla uyum gösterdiği görülmüştür. Fakat burada belirtilmesi gereken nokta, cinsiyet farkından dolayı bu iknanın mümkün olduğu değil, kadının ve erkeğin toplumsal rolünün kadın üzerinde daha fazla uyma davranışı göstermesidir.

Biraz da yanılgılardan bahsedelim. 

Başkalarını olumlu görme eğilimimiz, olumsuz bir kişilik özelliği gördüğümüz zaman bunu olduğundan daha fazla önemsememize ve kişi hakkında izlenim oluştururken bu olumsuz özelliğe daha çok ağırlık vermemize yol açar. İletişim kurduğumuz insanın fiziksel görünümü, beden dili, yüz ifadeleri ve göz teması gibi iletişim özellikleri bizim onu daha sıcak karşılamamıza neden olur. 

İnsanların kendi tercihleri hep daha değerli görünür. Örneğin bir çalışmada denekler piyango bileti satın almışlardır. Fakat bazı öğrenciler kendi biletlerini kendi seçmiş, bazılarınınkini ise araştırmacı kendisi öğrencilere vermiştir. Daha sonra öğrencilere biletlerini araştırmacı geri satmaları söylenmiştir. Biletini kendi seçen öğrenciler, araştırmacının bilet verdiği öğrencilere oranla biletlerine dört kat daha fazla para talep etmişlerdir. 

Bir kişi bir başarıyı kendisine mal ederken başarısızlık için suçu dışsal etmenlere yükleyebilmektedir.

Zihinsel kestirme yöntemleri de önemli bir başka yanılgı kaynağıdır. Örneğin yabancı markalı giysiler her zaman daha kalitelidir. Pahalı lokantalarda yemekler daha iyi ve hijyenik şartlarda hazırlanır. "Ev alırsan tuğladan kız alırsan Muğla’dan" gibi düşünceler uzun ve sistematik gözlemler sonucu oluşmuş olmasa dahi birçok insanın inandığı ve kararlar verirken başvurduğu düşüncelerdir. Kahneman ve Tversky bir neden ararken kullandığımız basit ve yaklaşık kural veya kestirme stratejilerine zihinsel kestirme yöntemler adını vermişlerdir. Bu kestirme yöntemleri çok az miktarda düşünme gerektirir ve insanlar kendilerine kısa bir yol seçip kararlarını verirler. 

Bir insanı iyi bir kişi olarak algılarsak ve ona karşı tutumumuz olumlu ise, bütün diğer iyi özelliklere de sahip olduğunu düşünürüz. Onunla ilgili beklenti ve çıkarımlarımızı ona göre belirleriz. Güzel kişiler hemen hemen bütün olumlu özellikleri sahip olarak değerlendirilirken, güzel olmayanlar ise olumlu özelliklerde en düşük değerlendirmeye tabi tutulmuşlardır. 

Bir önemli yanılgı ise yaygınlık yanılgısıdır. Eğer ben böyle düşünüyorsan mutlaka başka insanlar da öyle düşünüyordur inancı bunu ifade eder. Herkesin bizim düşüncemizde uzlaştığı yanılgısıdır.

Grubun birey üzerindeki etkisinden de bahsetmeliyiz. Şu kesinlikle ortaya çıkmıştır ki birey grup içinde yalnız olduğu zamankinden farklı davranmaktadır. Yapılan bir deneyde insanlar üçe ayrılmışlardır. Bunlardan birinci gruba “Grup seni seçti sana değer veriyor.” şeklinde bilgi verilirken bir diğerine “Seni isteyenler de var istemeyenlerde. Durumun ileride iyileşebilir de kötüleşebilir de...” şeklinde bilgi verilmiştir. Son gruba ise “Grup seni seçmedi, grup içinde olman fazla değerli görünmüyor.” denmiştir.

Oluşturulan bu üç grupta grup normuna en fazla uyuma davranışı kendilerini grubun kısmen kabullendiğini sanan orta düzeydekilerde görülmüştür. Bu üyeler grubun desteğini bir dereceye kadar kazanmışlardır ama durumları pek sağlam değildir. Grup desteğini sağlama almak veya reddedilmek kendi ellerindedir. Bundan ötürü de yerlerini sağlamlaştırmak için grup normlarına en içten şekilde bağlanmışlardır. Burada normları benimseme durumu gerçekleşmiştir.

En alt statü düzeyindeki grup üyelerinde de ortadakiler kadar olmamakla beraber uyma davranışı görülmüştür. Ancak bu üyeler sadece grup içindeyken grup normunu kabullenmişler ve ona uyma davranışını göstermişler, yalnız oldukları zaman ise norma aldırış etmemişlerdir. Bu kesimde benimseme değil itaat ile uyma söz konusudur.

En üst statüde olanların uyma davranışının da ortadakilerden daha az olduğu görülmüştür. Bunun sebebi grup tarafından sevilen kabullenilen lider güven duygusu içindedir. Kazanabileceği kadar statü kazanmış demektir. Statüsüne yükseltmek için normlara büyük bir titizlik ile uyması gerekmez. Bu bakımdan ortadakilerden daha rahattır.

Bu deneyi genelleştirirsek orta sınıf üyelerinin ya da orta sosyoekonomik düzeyde olan kimselerin genellikle toplumsal normlara en fazla uyanlar oldukları bilinmektedir. Toplumsal normlara uymama davranışı ise daha çok alt sosyoekonomik kesimlerde görülür. En yukarı sosyal tabakalarındaki kimselerin ise davranışlarında daha serbest oldukları gözlemlenmiştir.

Bir de sosyal kaytarmaya bakalım. Grupta bulunan insanların emeklerinin toplamı sonucu ortaya bir işin çıkacağı durumlarda işten kaytarma meydana gelebilir. Birden çok kişinin emeğinin yer aldığı bir işte kimin ne ölçüde katkıda bulunduğunu saptamak o kadar kolay olmaz. Bu durum bazı kişilerin başkaları nasıl olsa yapıyor benim yapmama ne gerek var şeklinde düşünmesine neden olabilir. Buna sosyal kaytarma denir. Yapılan bir deneyde farklı sayıdaki insanlar tarafından oluşturulan gruplarda insanların mümkün oldukça fazla gürültülü şekilde el çırpmaları istenmiştir. Grupta kişi sayısı arttıkça deneklerin her birinin çıkardığı gürültünün azaldığı gözlemlenmiştir. 

Peki insanlar neden sosyal kaytarmaya başvururlar? Bunu sadece tembellikle açıklayabilir miyiz? Öne sürülen bir açıklamaya göre insanların grup içinde çalışırken harcadıkları çabanın gözden kaybolup gideceğini düşünmeleri ve bunun sonunda daha az çaba göstermeleri sosyal kaytarma olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü insanlar ne kadar emek harcadıklarını gizleyemedikleri zaman işten kaytarmayı da göze alamıyorlar. Eğer çalışanlar yapmış oldukları katkının grup içindeki değerinin ölçülebileceğine inanırlarsa sosyal kaytarmaya da başvurmazlar. 

Bir de grubun niteliğine göre oluşan durumları inceleyelim. Yetkin bir liderin olduğu grup, demokratik bir grup ve lider tarafından serbest bırakılan bir grup arasındaki farkları inceleyelim.

Yetkin lider grubunda tüm kararlar lider tarafından verilmektedir. Diğer bir değişle neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağını lider belirlemektedir. Çocuklar liderin söylediklerini tartışmasız olarak kabul etmek zorundadır. Demokratik grupta ise lider kararları kendi vermez, tartışma özgürlüğü içerisinde grup bir bütün olarak karar verir. Lider her üyenin düşüncelerini açıkça söylemesini olağan karşılar. Son grupta ise grubun başında serbest lider diye adlandırabileceğiniz bir lider bulunmaktadır. Bu grupta üyeler tamamen serbest bırakılmışlardır. Lider işle ilgilenmez, çocuklar kendi başlarına çalışır. Karara liderin herhangi bir katkısı yoktur. 

Yetkin lider olan grupta yapılan iş miktar olarak diğerlerinden fazla olmakla birlikte kalite yönünden o kadar üstün değildir. Üstelik liderin grubu yalnız bırakması halinde yapılan iş miktarını büyük azalma olmaktadır. Üyeler lidere itaat etmekte, fakat kendi başlarına kaldıklarında saldırgan davranışlar göstermektedir. Demokratik grupta ise tam tersi bir görünüm vardır. Çıkarılan iş miktarı yetkin gruba oranla daha az olmakla birlikte kalite yönünden daha üstündür ve liderin gruptan bir süre için ayrılması işin ne kalitesinde ne de miktarını bir değişiklik oluşturmaz. Çocuklar ideal olan ilişkilerinde daha rahat ve kendinden emin bir tutum içindedir. Kendi aralarında de gayet iyi anlaşırlar. Serbest liderin olduğu grupta ise çıkarılan iş diğer gruplara oranla hem daha az hem de daha düşük kalitelidir. Çocuklar kendi aralarında iyi geçinmedikleri gibi yaptıkları işten de memnun kalmamışlardır. Liderin dışarı çıkması veya çıkmaması tahmin edilebileceği gibi hiçbir değişiklik oluşturmamaktadır. 

Bu gruplara deneysel olarak bazı zorluklar verilmiş ve grubun tepkisi gözlemlenmiştir. Yetkin liderin olduğu grupta kargaşa baş gösterirken üyeler birbirini suçlamaktadır. Demokratik grupta ise engelin bir an önce ortadan kaldırabilmesi için ortak çaba gösterdiği gözlemlenmiştir.

5 Aralık 2015 Cumartesi

Pazarlamayı Olması Gereken Bakış Açısına Kavuşturmak

Merhaba kıymetli okurlar,

Bugün sizlere pazarlamanın kapsamından ve günümüz şirketlerinin pazarlamaya olan bakışlarından bahsetmek istiyorum.

Öncelikle artık hepimiz eminim pazarlamanın satış ile aynı anlama gelmediğini biliyoruzdur. Çünkü bu bilgiyi gerek eğitim hayatımızda gerekse de sonraları iş hayatımızda birçok sefer duymuşuzdur.

İnsanlar pazarlama ile pazarlamanın bir sonucu olan satışı neden karıştırıyor diye düşünebiliriz. Çünkü ikisinin de temelinde karşıdaki insanı nasıl satın almaya razı ederim anlayışı yer almaktadır. Karşıdaki insanı veya karşıdaki kitleyi anlamak ve onu veya onları satın almaya razı etmek...

Bu sebeple denilebilir ki pazarlama öncelikle psikolojiyi anlamaktır. İnsan psikolojisini anlamaktır. Bir tüketicinin hangi şartlar altında satın almaya hazır olduğunu anlamaktır. Bir insanın nasıl düşündüğünü keşfedebilmektir. Bu konuda pazarlama birimlerinde yapılan en büyük hatalardan biri insanların nasıl düşündüğüne karar verirken aslında biz olsaydık ne yapardık diye düşünmeleridir. Bu sebeple birçok pazarlama çalışanı insanların tamamını kendilerinin sosyo-ekonomik statüsünde ve kendi davranış kalıpları içinde olduğunu düşünürler. Oysa bir insanın hangi ortamda nasıl bir ruh hali içinde olacağını keşfetmek bu kadar kolay değildir ve teknik bilgi gerektirir. İşte bu sebeple pazarlama biriminde çalışanların sadece üniversitelerin işletme, ekonomi, mühendislik birimlerinde çalışanlardan değil aynı zamanda psikoloji okuyanlardan da seçilmesi gerekir. Her pazarlama biriminin bu tarz çalışanlara ihtiyacı vardır. Bu çalışanların olmadığı ortamlarda pazarlama birimleri insan psikolojilerini kendileri anlayıp buna göre iş görmeye devam ederler.

Pazarlama çalışmalarını satın alma teklifi öncesi ödül verilmesine dayandıran bir işletmeyi düşünelim. Öncelikle bu işletmenin hangi insana nasıl bir ödül verilmesi gerektiğine karar vermesi gerekir. Gençlere internet mi, kadınlara makyaj seti mi? buna karar vermek için insanların nasıl düşündüklerini anlamak zorunludur. Bu da insan psikolojisinin anlaşılmasından geçer.

Peki bu yeterli midir? Hayır, çünkü pazarlama aynı zamanda sosyolojiyi bilmektir. Sosyoloji toplum bilimi demektir. Biraz daha geniş tanımlarsak; toplumsal ilişkilerin yapısını, nedenlerini ve etkilerini araştıran bilim dalı olarak bilinir. Toplumun kendi içerisindeki etkileşiminden doğan geleneklerin, toplumsal yapıların ve kurumların oluşmasına veya ortadan kalkmasına yol açan etkenleri inceler. 
Pazarlama faaliyetleri yapanlar sosyolojiyi, yani toplumun hangi ortamlarda neler beklediğini, hangi ortamlar karşısında neler yapmaya çalıştığını, hangi ortamlarda satın almaya daha açık, hangi ortamlarda ise kendisine yöneltilen teklifleri görmediğini anlamaları gerekir. Sosyoloji bu anlamda pazarlama çalışanları tarafından önemsenmelidir.

Örneğin bir kitleye satın alma teklifi çıkılacağı bir ortamda insanların huzursuz bir halde olmamaları gerekir. Bir toplumu etkileyen kötü bir olay olduğunda kurumların sosyal medya faaliyetlerini durdurmaları bu sebepledir. Toplumlar kendilerine teklif sunan kurumların kendilerinin duygularını paylaştıklarını düşünmek isterler. Bu sebeple kötü olayların yaşandığı ortamlarda satın almaya yanaşmayacakları gibi aynı zamanda kendilerine teklif sunanları da eleştirmekten geri kalmazlar. İşte bu sebeple toplumu anlamak oldukça önemlidir.

Özetle pazarlama; insanı anlayan, toplumun beklentilerini kavrayan, teknik bilgi sahibi insanların çalıştığı departman olmalıdır. Bugün bunu birçok kurum yeni yeni keşfediyor. Bu kurumlardan biri neden sizinki olmasın...

Hepinize iyi günler diliyorum.