5 Aralık 2022 Pazartesi

“Çalışılmayan Bir Dünya” Adlı Kitaptan Notlar

Kıymetli okurlarım merhaba,

Makinaların hayatımıza girmesi ile birlikte, birçok fütüristin veya düşünürün çalışmalarında insanın ileride ne ile meşgul olacağını tartıştıklarını görüyoruz. Kimi zaman bazı düşünürler insanın mutlaka kendine bir çalışma alanı bulacağından bahsederken bazıları da insanın gereksiz hale bile düşebileceğini öngörüyorlar. Hangisinin doğru olduğunu bilmiyoruz fakat hepsinin kendi içinde bir doğruluk payı olabilir. Bu anlamda Daniel Susskind’in “Çalışılmayan Bir Dünya” adlı kitabından aldığım notları sizlerle paylaşmak istedim.

1890 büyük dışkı krizi New York ve Londra gibi büyük kentlerde önemli ölçüde problemlere neden oluyordu. Çünkü bu kentlerde at arabalarının her türlü ulaşımda kullanılıyor olması atlara olan talebi artırmış ve atların hep yollarda olması nedeniyle yollardaki at pisliklerini de dayanılmaz seviyelere ulaştırmıştı. Hatta sorun sadece at pislikleri değil, atların ölülerinin de yollarda sahipsiz şekilde çürümeye bırakılmasıydı. Görünen oydu ki ilerleyen zamanlarda yollarda metrelerce at pisliği veya ölüsü yer alacak ve bunları temizlemek imkansız hale gelecekti. 

Fakat sonra farklı bir şey oldu ve içten yanmalı motorun üretimi ve bunun hızlıca araçlarda kullanılması ile birlikte 1920’lerde yollarda neredeyse at kalmamış, sadece motorlu araçlar seyretmeye başlamıştı. 

At bir anlamda emekliye ayrılmış, yerini makinaya teslim etmişti. Amerikalı ekonomist Wassily Leontief yazdığı bir makalede makinanın zamanında atlara yaptığını yakın bir zaman sonra insanlara da yapacağını ileri sürmüştür. Kısacası arabalar ve traktörler atlar için ne anlama geliyorsa robotlar da insanlar için aynı anlama geliyor olabilir. 

Leontief yalnız da değildi. Kendisinden yaklaşık 50 yıl önce ünlü İngiliz ekonomist Keynes teknolojik işsizlik kavramından bahsetmişti. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte işsizlik ortaya çıkabileceği gibi çalışılan saat sayısı da azalacak, insanlar çok daha fazla boş zaman bulabileceklerdi. Keynes bu görüşünde hatalı sayılmaz. Çünkü günde 15 saat çalışan işçiler günümüzde günde 12 saat hatta günde 8 saat çalışır hale gelmişlerdir. Belki bu noktada Keynes‘in 1930 yılında ileri sürdüğü yüz yıl içerisinde günde 3 saat çalışma hedefinin bir hayli gerisinde olabiliriz. Fakat makinalarla birlikte çalışmaya alışan insanoğlu bundan yüz yıl öncesine göre hem daha az çalışmaktadır hem de işsizlik oranları yüz yıl öncesinden çok da farklı değildir. 

Keynes yaptığı tanımamada ise şöyle demektedir: “Teknolojik işsizlik işgücünün ekonomik kullanım yöntemlerini keşfetme hızımızın, işgücünün yeni kullanım alanlarını bulma hızımızı aşması durumunda gerçekleşir.”

İnsanların teknolojiden korkmaları son yüzyıl içinde meydana gelmiş değildir. 19. yüzyılın başında dokuma tezgahlarını tahrip eden işçilerden dolayı İngiliz parlementosu bir yasa çıkartıp makineleri tahrip etmenin idam ile cezalandırılacağını söylemişti. Hatta kısa bir süre içinde birkaç kişi yargılanarak idam edilmişti. Ertesi yıl ceza hafifletilerek Avustralya’ya sürgüne çevrildi.

Hatta 19.yy başında David Ricardo daha önceki görüşünü değiştirerek makinaların insanların yararına değil zararını olacağını ifade etmişti. Fakat başka ekonomistlere göre, makinalar daha fazla ürettikçe insanlar da daha fazla tüketecekler, böylece toplam ekonomik büyüklük artacak ve insanlar daha fazla gelire ulaşabileceklerdir. Bu sebeple makineleşmenin bir olumsuz yanı yoktur. Günümüze kadar da bunun böyle olduğunu ifade edebiliriz. 

Örneğin bankacılıkta sıklıkla kullanılan ATM lerden bahsedebiliriz. ATM lerin devreye girmesi ile gişe görevlileri para ödeme ve alma noktasında daha serbest kalmış fakat diğer taraftan müşterilerine yüz yüze destek vermek ve finansal danışmanlık yapmak gibi başka alanlara da yönelmeyi başarmışlardır. Bu da şubeye gelenlerin daha iyi hizmet almasını sağlamış ve bankaların müşteri sayısını artırmıştır.

Makineleşme vasıflı işçi ile vasıfsız işçi arasındaki uçurumu da ortadan kaldırmıştır. Buna göre bir makine ile çalışan vasıfsız bir işçi, bir vasıflı işçi kadar hatta onun ötesinde üretim yapabilmektedir. Bu durumda vasıflı bir işçiye gerek yoktur. İşte bu noktada yıllarını bir iş öğrenmek için geçirmiş olan bir işçi makinenin devreye girmesi ile tamamen gereksiz hale düşebilir.

Makineleşmenin olumlu olduğunu düşünenler ise bazı örneklerle teknolojik iyimser olarak görünmeye çalışıyorlar. Örneğin 1950 verilerinde sıralanan 271 meslekten sadece asansör operatörlüğünün otomasyon yüzünden ortadan kalktığını görebiliyoruz. Dolayısıyla gelecekteki teknolojiler giderek daha fazla rutin görevlerde yer alan insanları ikame ederken geriye kalan rutin olmayan görevlerde de insanlara destek olacaklardır.

OECD tarafından yapılan araştırmalarla belirlenen otomasyona geçilmesi en kolay olan işlere daha çok yoksul ülkelerde rastlanmaktadır. Hatta ülkelerin içinde bile çok farklı durumlar göze çarpabilmektedir. Örneğin İspanya’da otomasyona geçebilecek olan işler ile geçemeyecek olanlar arasında 12 puanlık bir fark varken Kanada’da bu sadece %1’dir. Bu durumda makinalaşma ile birlikte yoksul ülkelerin diğerlerinden daha fazla etkileneceğini düşünebiliriz.

Diğer taraftan işgücünün düşük maliyetli olduğu ülkelerde ne kadar verimli olursa olsun pahalı bir makine satın almak ekonomik açıdan pek mantıklı olmayabilir. Bu mantık kimilerine göre temizlik, kuaförlük ve garsonluk gibi düşük maaşlı işlerde otomasyon riskinin neden düşük olduğunu açıklar. Bu meslekler sadece rutin olmayan görevler gerektirmekte kalmaz aynı zamanda düşük ücretli mesleklerdir. Buna bir örnek verelim. Günümüzde arabaların büyük kısmı el ile yıkanıyor. Araba yıkama dünyasındaki otomasyon süreci neden geri vitese taktı? Yapılan araştırmalar bunun nedenlerinden birinin göçmenler olduğunu söylüyor. 2004’te 10 Doğu Avrupa ülkesi Avrupa Birliği’ne üye oldu ve bu ülkelerden İngiltere’ye gelen göçmenler düşük maaşlı işlerde çalışmaya başlayarak daha verimli olan araç yıkama sistemlerinin önünü kesti. 

İktisat tarihinin en büyük gizemlerinden biri, sanayi devriminin neden Fransa ya da Almanya’da değil de İngiltere’de gerçekleştiğidir. İktisat tarihçileri bunun sorumlusunun nispi maliyetler olduğunu söyler. O dönemde İngiliz işçilere ödenen maaşlar diğer ülkelere oranla çok daha yüksek, enerji maliyetleri ise çok daha düşüktü. İşgücünden tasarruf edilmesini sağlayan bol ve ucuz yakıtlarla çalışan yeni makinaların kurulması, diğer ülkeler açısından değil ama İngiltere açısından mantıklıydı.

Antik Yunan Şairi Arhilohos şöyle der: “Tilki birçok şeyi bilir ama kirpi önemli tek bir şeyi bilir.” Buna göre bir yığın konu hakkında pek az şey bilen insanlar (tilkiler) ile bir konu hakkında çok şey bilen makineler (kirpiler) karşı karşıya geliyor. İnsanlar pek çok şey hakkında az şey bilirken makineler veya yapay zeka bir şey hakkında her şeyi bilmektedir. O sebeple bildiği konuda insanlardan daha iyi olabilmektedir. 

Yapay zekanın insanların ifade edemediği tanımlanamaz kuralları ortaya çıkardığını biliyoruz. Makineler zımni kuralları anlaşılır hale getirerek rutin olmayan görevleri rutin görevleri dönüştürüyor. Ancak bundan daha önemli olan şey, birçok makinenin artık insanların uyguladıkları kurallarla alakası olmayan yepyeni kurallar geliştiriyor olmasıdır.

Teknolojinin hayatımıza girmesi ile birlikte işini kaybeden insanlar olacaktır. Bunun temelde üç nedeni vardır. Bunlar; beceri uyuşmazlığı, kimlik uyuşmazlığı ve konum uyuşmazlığıdır. Beceri uyuşmazlığı yeni teknoloji ile birlikte çalışan insanların bunu kullanabilme becerilerinin yeterince olmamasıdır. Kimlik uyuşmazlığı ise nitelik açısından kendi kimlikleri ile uygun olup olmadığını sorgulayan insanların yeni işleri kabul etmemesidir. Örneğin gençlerinin yaklaşık %70 inin üniversite mezunu olduğu Güney Kore’de kendilerine teklif edilen işlerde çalışmaya hevesli olmayan bir gençlik görmekteyiz. Son olarak da konum uyuşmazlığı vardır. Tahmin edilebileceği gibi mevcut işlerin farklı coğrafi bölgelerde olması insanların gerekli beceriye veya isteğe sahip olmalarına rağmen bu işe gidebilmek için taşımalarının gerekmesi bunu mümkün kılmamaktadır. 

Teknolojinin işsizlik yaratacağı fikrine karşı olanlar hep pastanın büyüyeceğini ve herkesin bundan fayda göreceğini söylerler. Oysa İngiltere’de tarım sektöründe bu böyle olmamıştır. 1860’tan bu yana reel üretim beş katına çıkmasına rağmen çalışan sayısı %90 azalmıştır. 

Diğer taraftan makineleşme ile birlikte insan işgücü ucuzlayacaktır. Bu da insanların talep ettikleri ücreti geriye çekmeleri ile birlikte işverenler tarafından makinelere değil insanlara bir kayış olmasını sağlayacaktır. Bu durumda atların başına gelen insanların başına gelmeyebilir. Çünkü atların becerisi tükenmişti. Onlara koşmak veya sürmek dışında iş veremezsiniz. Oysa insanlar yeni beceriler edinebilir ve bunları iş hayatlarında kullanabilirler.

Hatta insanlar bugün bile insan emeğinin olduğu işlere daha fazla değer atfetmeye başlamışlardır. Örneğin bir barista tarafından hazırlanan bir kahve yerine bir makine tarafından hazırlanan kahveyi tercih etmemeleri daha olasıdır. Belki bundan birkaç yıl sonra bir sosyal insiyatif olarak tüketiciler, insan emeğinin olduğu ürünleri tüketmeyi daha fazla tercih edebilirler. Böylece insanların kendi kendilerine destek vermeleri sağlanabilir.

Yukarıda anlatılanların tümünün yanında hükümetlerin çok yoğun bir işsizliğe izin vereceklerini de düşünemiyoruz. Özellikle işsizlik ile çalkalanan ülkelerde hükümetler değişebilmekte ve Hitler gibi diktatörler ortaya çıkabilmektedir.

İki tür sermaye vardır. Bunlardan birincisi belirli bir anda bir ülkenin vatandaşları ve devletinin sahip olduğu piyasada alınıp satılabilen her şey anlamına gelen bildiğimiz anlamdaki finansal sermayedir. Fakat bir de beşeri sermaye vardır ki o da insanların yetenekleri ve becerileri ile birlikte ekonomiye kattıkları toplam faydadır. Bu anlamda insanlara eğitim yoluyla yatırım yapabilir, onların özel becerileri açığa çıkartılabilir ve bundan dolayı ülkeleri ve işletmeleri için ekonomik değer oluşturabilirler. 

Dünyanın her tarafında ekonomilerin büyük kısmı daha zengin ancak daha eşitsiz hale geliyor. Bu durumun temel sorumlusu ise teknolojik gelişmelerdir. Her ne kadar ekonominin büyümesi zengin veya fakir herkesi olumlu etkilese de zenginler zenginliklerine daha fazla mal katarken yoksulların ise bundan pek fazla faydalanamamaktadır. Başkan Kennedy meşhur “Yükselen dalgalar tüm tekneleri kaldırır.” sözüyle ekonomideki büyümenin toplumdaki herkese yarar sağlayacağını kast etmişti. Ancak gözden kaçırdığı nokta ise yeterince güçlü bir dalganın teknesi olmayanların boğulmasına yol açacağıydı. 

Peki, teknoloji işsizlik oluşturacaksa bundan kaçınabilmek için ne yapmak gerekmektedir? 

İnsanlar bu soruya en kestirme yoldan eğitim şeklinde cevap veriyorlar. Eğitimde öyle bir noktada olmalı ki insanlara rutin işleri değil rutin olmayan işleri öğretmeli. İnsanlara ne öğretirsek öğretelim eldeki materyali makinaların sahip olmadığı insani becerilerden yararlanacak şekilde ele almamız gerekmektedir. Teknolojinin hızlı geliştiği ve değiştiği bilindiğine göre insanların hayatlarının her aşamasında yeni eğitimler almak noktasında hazır olmaları gerekmektedir. Diğer taraftan eğitime tepkiler de yok değildir. Özellikle üniversiteyi yarım bırakmış hatta hiç üniversiteye gitmemiş insanların daha sonra kurdukları girişimlerinin dünya çapında başarılı olması üniversite eğitiminin sorgulanmasına sebep olmuştur. Hatta birçok insan üniversitelerin değer katma konusunda değil yetenekli insanları tespit etme konusunda başarılı olduğunu söylemektedir.

Diğer bir çözüm ise devletin işini kaybedenlere destek olmasıdır. Beveridge raporu olarak bilinen 1942 tarihli raporda, “İş sahibi olanlar, çalışamayanlara ve çalışacak durumda olan ancak geçici bir süreliğine işsiz kalanlara destek olmakta kullanılacak bir sandığa katkıda bulunacaktır. İşsizler bu sandıktan yardım aldıkları süre boyunca mesleki eğitim alacaklardı.” Bu rapor daha sonra birçok sosyal güvenlik paketiyle uygulamaya konuldu fakat yine de toplu bir teknolojik işsizliğe katkı verecek düzeyde bir reform içermiyordu. 

Bir başka çözümde de insanı ikame eden robotların vergilendirilmesi gündeme getirilmiştir. İşveren nasıl çalıştırdığı insan için vergi ödemek zorunda ise çalıştırdığı robotlar için de aynısını yapmalı ki insanlar haksız bir rekabetin içinde kendilerini bulmasınlar.

Konuşulan bir başka çözüm de devletin çalışsın veya çalışmasın herkese bir gelir sağlamasıdır. Buna evrensel temel gelir (ETG) denmektedir. Bu aslında yeni bir çözüm değildir ve ilk taslağı Thomas Paine tarafından 1796 yılında gündeme getirilmiştir. Bu gelire sahip olabilmek için o ülkenin vatandaşı olmak gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar evrensel temel gelir prensibi ile çalışan ülkeye gelirler maaşlarını alırlar ve ülkelerine geri dönerler. ETG’ye getirilen en yoğun eleştiri ise insanları çalışmamaya teşvik edeceğinin düşünülmesidir. Buna göre devlet desteği çalışma isteğini ortadan kaldıracak, çalışanları daha az çalışmaya, işi olmayanları da evlerinde oturmaya teşvik edecektir. Bunun için de insanlardan ETG kapsamına girerlerse ekonomik anlamda katkı yapamasalar bile bunun yerine kendilerinden sosyal bir katkı beklenebilir. Bunlar entelektüel veya kültürel uğraşlar ya da diğer insanların bakımı veya onlara destek olmak olabilir.

ETG konuya sadece ekonomik açıdan bakmaktadır. İnsanların çalışıyor olması sosyalleşmelerini sağlamakta ve hayatlarına anlam katmaktadır. İnsanlar sadece evlerine gelir getirebilmek için değil dışarıda bir işi başarabilmek için de çalışıyorlar. O nedenle teknolojik işsizlik insanların hayattan soğumalarına, psikolojik problemler yaşamalarını neden olabilir.

Alfred Marshall “insan yapacak bir iş, aşacak bir güçlük bulmazsa kısa sürede yozlaşır” der ve ekler “Akıl ve beden sağlığı için yorucu işler yapmak gerekir.” Ona göre çalışmak sadece para kazanmakla değil yaşamın bütünlüğü ile ilgili bir şeydir. 1929 ekonomik krizi o ana kadar insanların yaşamış olduğu en derin ekonomik sarsıntıydı. 1929 yılında kütüphaneden kişi başına ortalama 3,23 kitap alınırken bu sayı 1931’de 1,6’ya inmişti. İnsanlar siyasi parti üyeliğini bırakmışlar, kültürel etkinliklere katılamaz olmuşlardı. Sadece bir yıl içinde spor kulübünün üye sayısı %52, müzik kulübün üye sayısı %62 azalmıştı. İşsiz insanlar her zamankinden daha ağır yürüyor, daha sık duruyorlardı. İş Freud’a göre sosyal düzenin kaynağı, Weber’e göre kutsal bir inanç, Jahoda‘ya göre ise hayata kural getiren ve yön veren bir şeydi. Bu da insanların sosyal hayattaki anlam arayışına katkı sağlıyordu. 

İş sadece çalışanın hayatına anlam katmakla kalmaz, başkalarına anlamlı bir yaşam sürdüğümüzü göstermemize, sosyal statü ve saygınlık kazanmamıza olanak tanımak gibi önemli bir sosyal boyutu içerir. Bu nedenle işsizlerin daha fazla depresyona girmesinin, utanç hissi ile yaşamasının ve intihar oranlarının çalışanlara göre 2,5 kat daha fazla olmasının nedenlerinden biri budur.

Görüldüğü gibi teknolojik işsizliğe tam olarak bir çözüm bulunduğu söylenemez. ilerleyen zamanlarda bunları sıkça konuşacağa benziyoruz. Hepinize iyi okumalar dilerim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Merhaba kıymetli okuyucularım,
Yorumları denetlemeden siteye koyamıyorum. Maalesef uygun olmayan içerikler paylaşan kullanıcılar oluyor ve bunun siteyi ziyaret eden insanları olumsuz etkilemesini istemiyorum. Vaktimin darlığından her zaman yorumlarınıza da yanıt veremiyorum. Anlayışınız için teşekkür ederim.