31 Aralık 2012 Pazartesi

Euro Üzerine tartışmalar; Olumlu ve Olumsuz Özellikleri

Euro öncesi ortak para birimi tartışmalarına değinmekte yarar bulunmaktadır. Genellikle ortak para biriminin savunucuları, farklı para birimleri arasındaki alım satım işlemlerinde karşılaşılan maliyetleri göstermektedirler. Ayrıca, uluslararası ticaretteki belirsizliklerin azaldığı, böylece ticaretin hızla geliştiği ve ekonomik işbirliğinin arttığını savunmaktadırlar. Euro’yu savunanların bir diğer tezi de yeni ve güçlü bir para biriminin Amerikan Doları’na hem saygınlık hem de emisyon açısından meydan okuyabileceğini düşünmeleridir. Tabii, Avrupa Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı konusunda izlediği tutarlı ve katı politikalar da bu hususu doğrulamaktadır. Aşağıda Euro’nun artı yönlerini açıklamaya çalışacağız:

EURO’NUN OLUMLU ÖZELLİKLERİ

Döviz Alım Satım Maliyetlerinin Ortadan Kaldırılması

Takas maliyetlerine göz attığımızda hem bireyler hem de kurumlar, çeşitli para birimleri arasında değişim yaparlarken bu maliyetler ile karşı karşıya kaldıkları görülmektedir. Anlaşılmaktadır ki, bu sadece uluslararası ticarette gerçekleşmemekte, bir turist bile çeşitli ülkeleri ziyaret ettiğinde buna benzer durumlar ile karşılaşabilmektedir. Örneğin Euro döneminden önce bir Alman turist parasını İtalyan Lireti’ne, Fransız Frankı’na ve Avusturya Şilini’ne değiştirmeye çalıştığında parasının belki de %50’sini kaybedebilmekteydi. Bu da tabii özellikle bankalar ile döviz bürolarının çok ciddi paralar kazanmalarına sebep olmaktaydı. Hatta sadece alım satım arasındaki farktan değil, bu işlemi yapanların aldığı yüksek komisyonlardan da haksız gelirler elde edilebilmekteydi. Tabii bunlara rağmen parasını başka para birimlerine değiştirmek isteyen insanlar döviz bürosu veya bankalara ulaşamayabilmekte veya ulaşsalar da açık bulamayabilmekteydiler.

İthalatçı ve ihracatçılar için de durum bundan farklı değildi. Tabii yapılan işlemler büyük montanlarda olduğu için yukarıda bireylerin yaşadığı belirtilen problemlere, talep edilen para biriminde yeterli emisyonun bulunmaması da eklenebilir. Takas maliyetleri ve bunların Avrupa bünyesindeki ekonomiye etkisi düşünüldüğünde, Euro’nun ekonomik etkinliğe olumlu katkı sağlayacağı söylenebilecektir.

Finansal Belirlilik 

İkinci önemli kazanım da ortak ve güçlü bir para birimi ile belirsizliğin önlenmesi ve istikrarın sağlanmasıdır. Özellikle ithalatçılar ve ihracatçılar açısından bakıldığında her zaman her iki taraf için de bir kur riski bulunmaktadır. Bunun sebebi her iki tarafın kullandığı farklı para birimleridir. Gerçi, Avrupa Para Sistemi elastik olmayan band mekanizması ile kurlar arası büyük dalgalanmaları önlemeye çalışsa da bu risk tamamıyla ortadan kaldırılamamaktaydı. Örneğin İtalya ile Almanya arasında yapılan bir ticarette, İtalyan ihracatçı ihraç ettiği malların bedelini Alman Markı olarak aldığında bu alım satım arasında geçen zaman dilimi içerisinde İtalyan Lireti’nin Alman Markı karşısında değer kazandığını düşündüğümüzde eline geçen Alman Markı ile daha az İtalyan Lireti alabilmekteydi. Böylece hiçbir zaman (hedge edilmemişse) beklenen bedel tahsil edilememekteydi. Fakat ortak para birimi ile bu risk ortadan kalkmaktadır.

Euro’nun Dolar’a Meydan Okuması

Üçüncü olarak Euro’nun bir çok gelişmiş devletin para biriminin katılımıyla oluşan bir sinerji ile Amerikan Doları’na bile meydan okuyabilecek bir duruma gelmesi, Euro’yu en önemli iki para biriminden biri yapmıştır. Bu sebeple Avrupa Parasal Birliği’ne dahil olan devletlerin de fiyat istikrarını sağlamaları daha kolay olmakta, bu aynı zamanda Euro para birimini kullanan üye ülkelerin de saygınlığını ve ticaret kabiliyetini arttırmaktadır. Ayrıca bireysel tasarruflar giderek Euro’ya dönmekte ve insanlar istikrar gördükleri bu para birimi sayesinde yatırımları ile borçlanmalarını Euro ile yapmaya başlamaktadırlar. Bu sadece bireyler ile değil kurumlar ve merkez bankaları için de geçerli hale gelmektedir. Ülkeler ani sıcak para çıkışlarına ve spekülatif ataklara karşı bu para birimini rezerv olarak kabul etmeye başlamışlardır.

Yukarıda bahsedilen etkiler toplandığında Euro’nun Alman ekonomisi üzerindeki olumlu yansımaları genellikle Alman ekonomisinin büyüklüğü ve yapısından ileri gelmektedir. Bilindiği gibi Alman ekonomisinin birliğin motoru gibi çalışmasının sebebi sadece bu ülkenin birlik üzerindeki politik etkileri değil bunun yanında birçok işletme devini barındırmasıdır. Almanya birliğin en önde gelen endüstrileşmiş ülkesi olup, dünyanın da ikinci büyük ticaret hacmine ve üçüncü büyük ekonomik performansa sahip devletidir.

EURO’NUN OLUMSUZ ÖZELLİKLERİ

Euro’ya geçişin karşısında duran ve ülke ekonomilerine yarar getireceği konusunda şüpheleri olan bir çok insan da bulunmaktadır. Bu insanların karşı çıktıkları unsurlar temel olarak; parasal kontrolün merkezileştirilmesi yolu ile ulusal para birimlerinin kullanıldığı dönemlere göre ekonomik bağımsızlığın sona ermesi, para birimleri takasından yarar sağlayanların bu gelirlerinin ortadan kalkması, parasal hedeflerin Avrupa Merkez Bankası tarafından belirlenmesi, ortak para biriminin getireceği maliyetler ve Maastricht Anlaşması ile diretilen diğer koşullar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulusal Egemenlik

Bilindiği gibi yüzyıllardır kullanılan para birimleri; alışılagelmiş tasarımları, renkleri ve insanlara ifade ettikleri değerleri ile kulanılagelmişlerdir. Bu para birimleri aynı zamanda devletlerin egemenliğinin birer sembolü olmuş ve o ülkeye ait anıt, tarihsel olaylar, önemli şahsiyetler gibi değerleri tüm dünyaya ilan birer araç olarak kullanılmışlardır. Avrupa Parasal Birliği’ne üye olmakla bu paralar bir daha kullanılamayacaktır. Bu da özellikle milliyetçi insanlar tarafından hoş karşılanmamaktadır.

Bunun yanında,  para basımı ve bunun kontrolü de ulusal boyuttan uluslararası boyuta taşınmaktadır. Euro’nun değeri, Euro bazlı faiz oranları ve para arzı bundan böyle Avrupa Merkez Bankası tarafından belirlenecektir. Bu da ulusal bazda çalışan merkez bankalarının etkinliğinin yok olması anlamına gelmektedir. Ayrıca, döviz kuru politikalarının da merkezileştirilmesi ulusal bazda ayarlanan uluslararası ticareti olumsuz etkileyecektir. Çünkü ülkeler mevcut durumlarına göre serbest hareket edemeyeceklerdir.

Avrupa Merkez Bankası

Avrupa Merkez Bankası bazlı etkilere geçmeden önce bu bankadan bahsetmek gerekmektedir. Buna göre, Avrupa Merkez Bankası Euro alanı içinde bulunan ülkelerin para politikasını yönetmekle yükümlü olan dünyanın en önemli merkez bankalarından biridir. 1 Haziran 1998 tarihinde Almanya’nın Frankfurt kentinde kurulmuştur.

Yukarıdaki açıklamadan sonra bu banka hakkında ortaya atılan eleştirilere değinmek gerekmektedir. Öncelikle bankanın halk tarafından seçilen değil devletler tarafından atanan bürokratlarla yönetilmesi bu eleştirilerin temelini oluşturmaktadır. Konuya daha geniş bir perspektif ile baktığımızda bunun aslında bütün ülkeler için de geçerli olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü son zamanlarda yaygınlaşan merkez bankalarının bağımsızlığı kavramı ile halk tarafından seçilenlerin atama ile merkez bankasında çalışmaya başlayanlara karşı herhangi bir yaptırım yetkisinin bulunmaması çözülemeyen bir paradox olarak karşımızda durmaktadır.

Buraya kadar değinilenlerin ötesinde Avrupa Merkez Bankasının kurulmasında temel amacın bir çok yerel merkez bankası gibi fiyat istikrarının korunması olduğunu görmekteyiz. Fakat bunun yanında başka görevleri de olan Avrupa Merkez Bankası için temel görev fiyat istikrarının sağlanması için anti enflasyon programları doğrultusunda enflasyon hedefini 0 - %2 bandında tutmayı hedeflemektir. Bu aşamada kendisine yöneltilen eleştirilerin temelinde yer alan diğer görevlerine ilgi göstermemesi hususu da oldukça ciddi görünmektedir.

Ortak Para Politikası

Tüm parasal birliklerde olduğu gibi Avrupa Parasal Birliği’nde de en önemli sorunlardan bir tanesinin üye devletler arasında oluşmuş olan farklılıkların düzenli ve olumlu politikaların üretilmesine engel olmasıdır.

Bilindiği gibi, ekonomiyi dengelemek amacıyla kullanılan parasal araçlar ulusal ekonomilerin elinden alınmıştır. Maastricht Kriterleri doğrultusunda yapılan bu düzenleme üye ülkelerin sadece mali araçlar ile ulusal ekonomilerini dengelemesine izin vermektedir. Fakat tahmin edilebileceği gibi bu yeterli bir araç olmamakta, üye ülkeler özellikle cari açık, enflasyon, kamu borcu gibi bir çok alanda elleri başlanmış durumdadır.

Ayrıca, yukarıdaki paragrafın hemen başında belirttiğimiz gibi her ekonomi bir diğerinden farklı bir görünüme sahiptir. Avrupa Parasal Birliği’nin ilk zamanlarındaki İskoç ve Alman ekonomilerinin durumu buna güzel bir örnek olarak gösterilebilir. O zamanları hatırladığımızda, İskoç ekonomisinin kısa zamanda gösterdiği yüksek büyüme rakamları nedeniyle bu ekonomide faiz oranlarının arttırılması, para arzının azaltılması ve talebin dizginlenmesi amaçlanabilecekken, Alman ekonomisinin durgunluk içinde oluşu buna bağlı olarak işsizliğin katlanılabilir seviyelerin üzerine çıkması nedeniyle, faiz oranlarını azaltma, böylece para arzını fazlalaştırma ve talebi arttırma yönünde bir politika izlemesi olası görülebilecekti. Fakat her iki ülke ekonomisi de ellerinden alınmış olan dengeleyeci araçlar sebebiyle sadece etkisi sınırlı mali araçlar ile bunları çözmeye çalışmışlardır. Görüldüğü gibi Avrupa Merkez Bankası’nın politikaları her iki devlet için de önemli olsa da nasıl bir politika izlenirse izlensin her iki ülkeden en az biri bu durumdan rahatsız olacaktır.

Belirtilen bu noktalar yanında Maastricht Anlaşması’nın başka olumsuz yönleri de bulunmaktadır. Örneğin, bu kriterlere zayıf performansı nedeniyle uyamayan ülkelere yaptırımlar gelebilmektedir. Bu ülkeler cezalandırılabilmekte ve zaten durumları parlak olmayan bu ülkelerin ekonomileri daha da kötüye gidebilmektedir.

Euro’nun Zayıf Yönlerine Genel Bir Bakış

Bu aşamaya kadar Avrupa Parasal Birliği’nin ve tabii ki ortak para birimi olan Euro’nun zayıf yönlerinin ortaya konulmasına çalışılmıştır. Görüldüğü gibi ülkelerin ulusal egemenliklerinin parasal ve mali politikalarda azaldığı, bir sembol olan para birimlerinin kullanılamadığı, Avrupa Merkez Bankası’na atananların seçilmişlerin üzerinde hareket ettiği, bunun da demokrasi konusunda bir paradox yarattığı,  üye devletlerin kendi iç durumlarına yönelik politikalar izleyemedikleri ve bu gibi nedenler ile birçok karşıt görüş bulunduğunu öğrenmiş olduk.

Bu eleştirileri genel anlamda düşündüğümüzde, bir parasal birlik söz konusu olmasa bile ülke ekonomilerinin özellikle küreselleşmenin etkisi altında tam anlamıyla egemen olduklarından, kendi ekonomilerini kendilerinin yönettiğinden bahsetmek doğru olmayacaktır.

Örnek olarak herhangi bir parasal birliğe dahil olmamış Türkiye’de yurtdışından gelen ve yine yurtdışına kaçma imkanı olan sıcak para bir anlamda ekonomik görünümü önemli oranda etkilemektedir. TCMB ve hükümetin, ne tedbir alırlarsa alsınlar, bu tipte bir harekete mani olmaları oldukça güç görünmektedir. Hatta son 10 yılda yaşanan global krizlere baktığımızda bunların aslında temel olarak bazı gelişmekte olan veya gelişmiş ülkelerde meydana geldikten sonra tüm dünyaya yayıldıkları ve ne yerel merkez bankalarının ne de bu tip krizlerin yayıldığı ülkelerin merkez bankalarının aldığı tedbirlerin yeterli olduğu görülmüştür. 

Buradan anlaşılmaktadır ki, aslında bir parasal birliğin içinde bulunan ve elleri kolları bağlı olan yerel merkez bankalarının durumu az önce anlatılan ülkelerin merkez bankalarından çok da farklı değildir.

Avrupa Para Birliği ve Avrupa Parasal Sistemi

Avrupa Devletleri yıllar boyunca bütünleşme konusunda politikalar üretmişlerdir. Bunu başarabilmek için formüller geliştirmekte, mevcut formülleri yeniden gözden geçirmekte ve gerekli reformları yapıp ilgili kurumları kurmaya çalışmışlardır. Özellikle Maastrict Anlaşmasından sonra bütünleşme programları hızlandırılmış ve bu konu ile ilgili kurumlar arttırılmıştır. Tek ve bütün bir Avrupa’ya doğru ilerlerken, Avrupa Devletleri’nin heyecanı artmış, sonuç odaklı anlaşmalar, düzenlemeler ve zirveler yapılmaya başlanmıştır. Görüldüğü gibi, ana hedefe doğru ilerlerken, bu devletler bütünleşme olayını çok ciddi şekilde ele almaya başlamışlardır.

Avrupa Parasal Sistemi’nin bir adım ötesinde yer alan Avrupa Parasal Birliği gerçek anlamda tek bir Avrupa’ya doğru giden yolda çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu oluşum sadece bölge ülkelerini değil tüm dünyayı ilgilendiren bir olgu haline gelmiştir. Örneğin evvelce Amerikan Doları’nın Pound, Mark, Yen gibi para birimleri karşısındaki değeri önemli iken son oluşan ortamda en önemli parite Amerikan Doları, Euro paritesi olarak karşımıza çıkmıştır. Bu sebeple Avrupa Parasal Birliği’nin boyutu ve önemi ile para birimi olan Euro’nun hacmi ve prestiji bu birliği evvelki birliklerden daha önemli kılmaktadır. Görüldüğü gibi, bu birliğin temelinde geçerli politik nedenler olsa da özellikle ulusal birliğin ve hakimiyetin göstergesi olan ulusal para birimlerinin yürürlükten kaldırması bir tartışma ortamı da yaratmıştır. Gerçekten de ulusal para birimi ülkelerin hakimiyetlerinin gösteren bir unsurdur. Hatta tarihe baktığımızda Türk devletlerinin egemenliklerinin bir nişanesi olarak para bastırmaları da bunun çok uzun zamandır devam eden bir gelenek olduğu da göstermektedir.

Tarih bize göstermiştir ki, İngiltere, Danimarka gibi bazı devletler bu parasal birliğin dışında kalmayı çıkarlarına uygun bulurken, bazıları da bunun tersine parasal birliğe dahil olmayı tercih etmişlerdir. Özellikle İngiltere’de Euro’ya karşı sürekli artan ve taraftar toplayan kuşkucu bir yaklaşım mevcuttur.  Hatta B. Hune ve J. Furder Paranın İki Yüzü adlı eserlerinde Euro’ya karşı olan şüpheleri tüm ekonomik, sosyal ve politik sebepler ile açıkça ortaya koymuşlar ve kendilerine göre bu para biriminin SWOT analizini yapmışlardır.

Avrupa Parasal Birliği'ne Giden Yolda Ülkelerin Durumu

Soğuk savaşın son ermesi ve bu sebeple demirperde ülkelerinin tam anlamıyla bağımsızlıklarına kavuşmaları Avrupanın bütünleşmesi sürecinin politik ve ekonomik etkilerinin dünya gündeminde oturmasını sağlamıştır. Bilindiği gibi Avrupa ülkeleri özellikle I.Dünya Savaşının sonuna kadar olan süreçte dünyanın en güçlü devletleri olarak görülmekteydi. Bu güç neredeyse tüm dünyaya yayılmış hakimiyetleri ve gittikleri ülkelerde (sömürgeler) yerel kaynakları etkin şekilde amaçları doğrultusunda kullanmaları sebebiyle ileri gelmekteydi. Fakat bu sömürgelerin büyük kısmının bazı devletler tarafından çoktan ele geçirilmiş olması, en az onlar kadar güçlü olduğunu düşünen fakat yeterince sömürge edinememiş ve dünya pazarlarına ulaşamamış devletler tarafından hoş karşılanmamaktaydı.

Temelde yukarıdaki sebeplerden dolayı başlayan ve 4 yıl süren 20.yy’ın en büyük iki savaşından ilki, Avrupa Devletlerinin önemli oranda güç kaybetttikleri, ilerleyen dönemlerde sömürgelerinden oldukları ve en önemlisi yeni gücün ABD olarak ortaya çıktığı sürecin başlangıcı olmuştur. 

Bu büyük savaştan sadece 20 yıl kadar sonra özellikle Almanya ve İtalya’nın diğer Avrupa Devletlerini tahrik edercesine büyümesi ve Avrupayı da kapsayan genişleme ihtiyacı içine girmesi, bu kıtayı tekrar büyük bir yıkıma sokmuş, elbette bundan en büyük faydayı topraklarında sadece Pearl Harbor’da saldırı gören ve savaşın sonunda kazanan tarafta bulunan ABD olmuştur.

Her iki savaş da Avrupa için yeniden sıfırdan başlamak anlamına gelmiştir. Milyonlarca insanın ölmesinin yanında, Avrupa baştan aşağı yıkılmış ve oldukça güçsüz duruma gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı ile bir dünya gücü haline gelen ABD de tüm dünyada süper güç haline gelmiş ve bir güç odağı olarak Avrupa’nın yerini SSCB almıştır.

Görüldüğü gibi aralarındaki anlaşmazlıklar galip de olsalar Avrupa devletlerine yaramamaktadır. Bu sebeple özellikle II.Dünya savaşından sonra en azından ekonomik olarak ortak hareket etmeyi amaçlamışlar ve bu sebeple kısıtlı olarak başlayan ilişkiler 1957 tarihinde Almanya ile Fransa’nın başını çektiği ve Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya gibi devletlerin de katılımı ile imzalanan Roma Anlaşması ile resmiyete dökülmüştür. Bu anlaşma ile birlikte Avrupa Birliği’ne yönelik ilk önemli adım atılmış ve bunun sağlanması için de üyeler arasında işleyecek ortak bir pazarın kurulması, ekonomik faaliyetlerin uyum içinde gelişmesi, dengeli ve sürekli bir gelişme sağlanması, istikrarın arttırılması ve topluluk üyesi ülkeler arasındaki ilişkilerin daha da sıkılaştırılması öngörülmüştür.

Yukarıda sözü edilen oluşum 1980’lere kadar ekonomik durgunluk ve soğuk savaşın getirdiği baskı sebebiyle yeterince gelişme imkanı bulamamıştır. Fakat özellikle bu tarihten sonra yapılan kültürel reformlar ve endüstrileşme hamleleri doğrultusunda çizilen stratejik ilerleme modelleri sayesinde ivme kazanan bütünleşme süreci, üye devletlerin ortak kazanımlar elde etmesi ve bu ortak kazanımlar ile oluşan yakınlaşma sayesinde Avrupa Birliği’nin temelinin kuvvetlendirilmesi sonucuna doğru ilerlemiştir.

1990’lara gelindiğinde de benliklerini zenginleştirme mekanizması çerçevesinde yürüttükleri politikalar sonrasında kazanılan motivasyon ve sinerji sayesinde Avrupa Ekonomik Topluluğu olan adlarını, 1992 yılında imzalanan Maastricht Anlaşması ile bir ileri safhaya taşımışlar ve Avrupa Birliği olarak değiştirmişlerdir. Bu gelişme ile birlikte de parasal birlik konusunda uzun zamandır süre gelen tartışmalar yerini pratikte uygulanabilir bir sistem konusunda yapılan çalışmalara bırakmıştır.

The relationship between the distribution of income and poverty

The reduction of poverty in a country is one of the main objectives of the governments. They are trying to decrease the number of poor people by reducing the number of unfair and unethical transactions that are being done in the relevant country, giving equal rights and opportunities to the people in education, health, etc., increasing the employment by opening new work opportunities. This will transfer the portion of national income earned by the wealthiest segment of the native people to the lower income people. If the country does not fix this problem by applying the previously mentioned ways, the increase in the national income will most probably go to the wealthiest segment again.

The new transactions and all projects which are profitable than the others will be initiated through this segment of people. Hence, the new income generation will not contribute to the general welfare of the country. Furthermore, the number of people in the same country will have direct effect on the distribution of the income generated. If there is no increase in the employment opportunities in the same country, the increase in the number of people who are willing to work will cause more unemployment. These people will not contribute to the income generation but use the country resources to survive. Therefore the poverty reduction by increasing the total income should be also supported by the decrease in the population growth which will increase the GDP per capita which will also increase the total wealth of the citizens in that country.

We know that there is a Lorenz Curve which is used to represent the income distribution, where it shows for the bottom x% of households, what percentage y% of the total income they have. Also, stemming from Lorenz Curve, there is a Gini coefficient which is again a measure of inequality of the income distribution. It is defined as a ratio between 0 and 1 and is explained as the higher the Gini coefficient, the greater the income inequality is.

In order to decrease the number of poor people the country should reduce the Gini Index by We can take Turkey as an example. The Gini Index was 0.49 in 1994 and it has dropped to 0.44 in 2002 and 0.4 in 2004. In the same period of time the poverty ratio was 0.27 in 2002 and 0.25 in 2004.  It also shows that in order to decrease the poverty the governments should be very much careful about the even distribution of the national income.

The Competition between East Asian and Developed Countries

We know that the most of the people in East Asian countries are working under severe pressure and with very limited income. This increases the immigration from these countries to different places such as Middle East countries due to comparatively higher gain than their native country. However, the people who are staying in their own country should accept the conditions forced by their employers. The laws are in favor of the employers and this situation makes the cost of the companies to be very little compared to their rivals in international markets.

The companies in the developed markets are suffering from these East Asian firms due to their low price. In order to compete with them they try to decrease their costs by mainly dismissing employees. This unfortunately causes unemployment in developed markets. This unfair competition which is affecting all globe, should be corrected by the governments by imposing different types of regulations or legislations. Other than this, if we think that the labor force in East Asian countries has lower or same level of productivity with the developed markets (also I am thinking the same) the quality of the products may not be satisfactory for the customers who are buying these. Hence, if the governments put tariffs and other preventive precautions they will not only protect their economy but also their people from low quality products.

We also know that in some of the eastern countries, the production has been made with unacceptable standards and materials which may give harm to the end users. If I was asked, my recommendation would be not to close the developed economies completely to the goods coming from these countries but to put some limitations and quotas for some of these products. These will keep the economies of the developed markets strong and reliable along with the low unemployment levels, high national income and low current account deficits.

30 Aralık 2012 Pazar

Finansal krizlerden alınacak dersler

Finansal krizlerin gelişimlerine bakıldığında birçoğu için temel olarak bazı faktörlerin etkili olduğu görülmüştür. Özellikle krizlerin öncü göstergelerinin yanında (bununla ilgili geniş bilgi evvelki yazılarımızda verilmiştir) aşağıda özetlenen hususların da yaşanan finansal krizler için ortak özellikler ortaya koyduğu görülebilmektedir. Bu önemli hususlar aşağıda belirtilmiştir:
·         Krizler her ne kadar bir anda ve şiddetli şekilde ortaya çıkar gibi görünse de aslında geçmişinde yavaş yavaş geliştiği ve önceki 2-3 yılda yaşanan gelişmelere bağlı olduğu söylenebilmektedir
·         Enflasyonu kontrol altına almak amacıyla uygulanan sıkı para ve maliye politikalarının kontrolden çıkması halinde ödenen bedel, planlanandan oldukça fazla olabilmektedir.
·         Krizi oluşmadan önlemek için harcanan giderler veya katlanılan maliyetler krizin oluşması ile ödenen giderlerden oldukça az olmaktadır. Bu nedenle amaç krizleri önceden görüp ortaya çıkmadan çözmeye çalışmaktır.
·         Takipteki alacaklardaki gelişim ve bankaların açtıkları kredilerdeki anormal artışlar krizlerin şiddetini arttırabilmektedir.
·         Hükümetlerin yıllar boyunca yaptığı popülist harcamalar ileride aynı hükümetlerin krizler ile karşılaşmaları sonucunu beraberinde getirebilmektedir.
·         Ülke gerçekleri ile bütünleşmeyen ekonomik programlar krizlere sebep olabilmektedir.
·         Ekonomik programlara halkın desteğinin alınması oldukça önemlidir.

Rusya Finansal Krizi

1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla beraber Rusya Federasyonu'nda demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine geçiş yönünde hızlı bir değişim süreci başlamıştır. 1991 yılında yaşanan ekonomik kriz Rusya'da piyasa ekonomisine geçişin ani ve hızlı olmasına yol açmıştır. 2 Ocak 1992'de fiyatlar serbest bırakılmış takip eden aylarda hızlı ve yoğun bir özelleştirme programı başlatılmıştır. 1997 yılı sonu itibariyle Rusya'daki toplam işletmelerin yaklaşık % 80'ni özel sektöre ait işletmeler oluşturmaktadır.[1]

Ülkede bu değişim hızla yaşanırken IMF’nin isteği üzerine hükümetçe hazırlanan kanun tasarıları Duma’da (alt meclis) onaylanmamıştır. Bunun üzerine IMF 1998 başındaki ödemesini durdurmuştur. Rusya vergi sistemi düzeltilip kamu açıkları azalmadıkça programını tekrar başlamayacağını bildirmiştir. Bunun üzerine rublenin değerinde düşüşler yaşanmış ve borsa önemli şekilde gerilemiştir.[2]  Ayrıca, 1997 yılında Asya Krizi’nin sonucu olarak gerçekleşen emtia fiyatlarındaki düşüşün Rusya’ya yansımaması imkansız olarak görülmekteydi. Bu açığı kapatmak amacıyla Rus Hükümetinin para basmaya başlaması etkisini enflasyonda göstermiştir. Mayıs ayı sonu itibariyle Rusya'da yıllık enflasyon %10'a yükselirken kısa vadeli faiz oranları da %50'den %150'ye fırlamıştır. IMF'nin Rusya'ya yardım etmeyeceği söylentileri gecelik faizleri %200'lere götürürken yabancıların piyasalardan para çekişleri de hızlanmıştır. Moody's de Rusya'nın kredi notunu düşürünce piyasalar iyice karışmıştır.[3]

Bu olumsuzluklarla beraber zaten kriz ortamında olan Rus ekonomisi 17 Ağustos 1998’de moratoryum ilan ederek 45 milyar ABD dolarına yakın bir borç ertelemesi yapmak durumunda kalmış ve rubleyi %15 oranında devalüe etmiştir. Bu gelişmelerle başlayan Rusya krizi, dünya ekonomisini ve borsaları olumsuz yönde etkilemiştir. Rusya dış borçları için 90 günlük moratoryum ilan etmiş ve kısa vadeli borçlanma kağıtlarının paraya çevrilmesini ertelemiştir.[4]

Bu sürece gelinirken, yapısal reformlar alanında gerçekleştirilen tüm başarılı reformlara karşın Rusya, makro ekonomik istikrarı sağlamak ve ekonominin dengelerini kurmak açısından aynı başarıyı gösterememiştir. Bu makro ekonomik başarısızlıklar aşağıda belirtilmiştir:[5]
·         GSYİH ve üretimde yaşanan ciddi düşüş.
·         Zaman zaman, parasal genişleme hızındaki yavaşlamaya rağmen görülen sürekli ve yüksek oranlı enflasyon.
·         Mali gelirlerde (başta vergi gelirleri olmak üzere) görülen gerileme.
·         Uygun kur politikalarının tespitindeki sıkıntılar.
·         Dış mali yardımların rollerinin belirlenmesindeki sorunlar.
·         Finansal sektör reformunda karşılaşılan güçlükler.
·         Özelleştirme ve işletmelerin yeniden yapılandırılması.
·         Hükümet harcamalarının yapısındaki sağlıksız durum.

Tüm bu nedenler sonucunda oluşan kriz sonrasında Rusya’da bankacılık sektörü oldukça olumsuz şekilde aşağıdaki şekilde etkilenmiştir:[6]
·         Birçok banka vadeli işlem sözleşmelerinde ve kısa vadeli ruble cinsinden hazine bonolarında büyük zararlar etmişlerdir.
·         Bu zararlar özellikle sektörün en büyük 20 bankasında meydana gelmiştir.
·         Diğer bankacılık krizlerindeki gibi bireyler ve kurumlar bankalardaki paralarını çekmeye başlamışlardır. Böylece tasarruf sahipleri vadelerini beklemeden mevduatlarını bankalardan çekmişlerdir.
·         Tüm bu olaylar karşısında hükümet ve Merkez Bankası özellikle problemli bankaların günlük işlemlerine çeşitli yöntemler ile müdahalede bulunmaya başlamıştır.

Yaşanan tüm bu gelişmeler sonuncuda Rusya hükümeti ve Merkez Bankası 5 Aralık 1998 günü ekonomik istikrar paketini yürürlüğe koymuştur. Bu pakette:[7]
·         Halkın yaşam standartlarının iyileştirilmesi,
·         Ekonomik istikrarın sağlanması
·         Rublenin istikrarının sağlanması
·         Bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması
·         Hükümet ve Merkez Bankasının kontrollerinin arttırılması
·         Devlet borçlarının yeniden yapılandırılması
·         Bütçe oluşturulması
·         Vergi toplamada kontrollerin arttırılması
·         Lüks tüketim mallarının oranlarının enflasyonla birlikte ayarlanması

Gibi tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Bu tedbirlerin alınması ile etkilerini 1999 yılı ikinci çeyreğine kadar sürdüren kriz, gerek devalüasyonun etkisi gerekse uluslararası piyasalarda artan petrol ve metal fiyatları etkisiyle ortadan kalkmaya başlamıştır. İhracattaki artış Rusya’nın döviz rezervlerinde artışı beraberinde getirmiş ve Rubleyi kuvvetlendirmiştir.[8]

Fakat tüm bunlara rağmen Rus bankacılık sektörü halen aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı risk altındadır:[9]
·         Sınırlı fonlama imkanı
·         Yüksek işlem maliyetleri
·         Artan rekabet ortamı
·         Azalan karlılıklar
·         Sınırlı yatırım olanakları

Tüm bu sebeplerden dolayı risk altında bulunan sadece Rus ekonomileri değildir. Rusya bankaları gibi diğer gelişmekte olan pazarlarda faaliyet gösteren bankaların da benzer riskler taşıdıkları söylenebilir.



[1] DPT, “Rusya Krizi ve Türkiye Üzerine Muhtemel Etkileri” http://www.dpt.gov.tr/dptweb/ekutup98/rusya/kriz.html,
[2] Kenan Bulutoğlu, Yöresel ve Küresel Para Krizleri, İstanbul, Batı Türkeli, 2002, s. 194.
[3] BORYAD, “Ekonomik Krizler Nasıl Başladı, Nasıl Çözüldü”,http://www.boryad.org/subpage.asp?page=krizler.htm.
[4] S.Rıdvan Karluk, Özgür Tonuş, Nazım Çatalbaş, “Güneydoğu Asya ve Rusya Krizi Karşısında Türkiye”, http://www.econturk.org/tonus.pdf.
[5] Savaş Malkoç, “Cumhuriyetin 75. Yılında Dünya Ekonomik Krizlerinin Türkiye’ye Yansımaları ve Güncel Bir Örnek: Rusya Krizi”, http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/ekim98/dunyaeko.htm.
[6] Filippo Ippolito, The Banking Sector Rescue in Russia, Helsinki, Banf of Finland, 2002, s. 4.
[7] Erişah Arıcan, Gelişmekte Olan Ülkelerde İstikrar Politikaları Uygulamaları: Türkiye, İstanbul, Derin, 2002, s. 94.
[9] Alfa Bank, “Russian Banking Sector”, http://www.alfabank.com/files/presentation/file_13.pdf.

İsveç'te Yaşanan Finansal Kriz

İsveç 1648 yılında Vestfalya Antlaşması ile büyük bir devlet olmuştur. Baltık Denizi’ndeki hakimiyeti, Ruslara yenilince son bulan kraliyet İsveç’te, bugün hüküm süren kraliyet rejimi Napolyon'un generallerinden Jean Buptiste Bernadotte soyuna dayanmaktadır. Daha sonraları Norveç ile birleşen İsveç, 1905 yılında barışcı bir biçimde ayrılmışlardır. Daha sonraları yaşanan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda tarafsız kalan İsveç, günümüzde tarafsız politikasına ters düşeceği için NATO ve AB'ye girmemektedir.[1]

Yukarıda kısa tarihinden bahsedilen İsveç’in son 25 yılına baktığımızda; 1980’ler boyunca pek çok ülkeyle kıyaslandığında yüksek enflasyon oranları yaşadığı görülmüştür. Döviz kuru reel olarak değerlenmiş, 1973 ile 1980 arasında yapılan 6 devalüasyon ile geçici olarak kurun değeri düşmüş, sonraki yıllarda yeniden yükselmiştir. [2] Daha sonra finansal serbestleşmeyi takip eder şekilde kredilerde önemli bir büyüme yaşanmıştır. 1983 – 1987 döneminde ortalama kredi büyümesi yıllık %8 olurken 1987 – 1990 aralığında ise bu rakam %16’lara kadar çıkmıştır. 1992 yılından 1995 yılına kadar ise bankacılık sektöründe yaşanan krize paralel olarak verilen kredilerde yıllık %5 gibi bir düşüş yaşanmıştır.[3]

Faiz oranları 1985 yılına gelindiğinde uluslararası ortalamaların % 5-6 puan üzerindedir. Kamu kesimi konsolide açığının milli gelire oranı 1982 yılında % 7’ye kadar yükselmiş, canlanma yılları olan 1987-90 arasında küçülmüş, açık yerine küçük miktarlı fazla verildiği olmuştur. Reel faiz oranları 1970’ler boyunca negatif iken 1980’de sıfıra yaklaşmış ve 1985’ten sonra yeniden negatif olmuştur. Tasarruf sahipleri ancak 1990 bankacılık krizi sırasında borçlanmada pozitif maliyetle karşılaşmışlardır.[4]

1985 yılında finansal serbestleşmeye geçen ve yukarıda belirtildiği gibi banka kredilerinde önemli artış yaşanan[5] İsveç’te krizin öncü göstergeleri aşağıda belirtilmiştir:[6]
·         Ekonominin Isınması: 1989 yılında işsizlik oranı tüm zamanların en düşük oranı olan % 1,4’e inmiş, fiyatlar diğer ülkelere kıyasla daha hızla yükselmiştir. Fiyat artışları nedeniyle konut amaçlılar dışındaki gayrimenkul yatırımları yaklaşık iki katına çıkmış, 1988-90 ortalaması 1983-85 ortalamasının % 85 üzerinde gerçekleşmiştir. Fakat inşaat ve gayrimenkul endeksi 1990 yılsonuna gelindiğinde Ağustos 1989’daki tepe noktasına kıyasla % 52 gerilemiştir.
·         Sabit Döviz Kuru: 1982’deki devalüasyonun ardından reel kur % 15 değerlenmiştir. Katı maliye politikası lehine parlamento desteği olmadığından ve para politikası sabit döviz kuru ile bağlı olduğundan kredibilite hızla azalmıştır.
·         Faiz Oranlarındaki Yükselme: 1991 yılına gelindiğinde vergi sonrası reel faiz oranı 1989’a göre - %1’den %5’e yükselmiştir.

Eylül 1990’da şirket yatırım sertifikaları çıkaran bir finans firması olan Nyckeln’in vadesi gelmiş sertifikalarını ödeyemez hale gelmesi bu piyasanın tamamına yayılan bir kriz başlatmıştır.[7] Bu şirket özellikle ticari gayrimenkul finansmanı ile 1989 yılında elde ettiği %37,5’luk özkaynak karlılığı oranını koruyamamış ve gayrimenkul sektöründe yaşanan daralma ile kredilerin geri ödenmemesi problemleri karşısında teminatların değerlerini kaybetmesi sonucunda büyük zararlarla karşılaşmıştır.[8] Diğer finans kurumlarındaki durumu gözler önüne sermek açısından önemli olan bu kurum gibi diğer finans şirketleri de banka kredilerine başvurmak zorunda kalmış, bir kaç ay içinde bir çok finans şirketi de iflas etmiştir.

Bu dönemde bankacılık sektöründe yaşanan gelişmeler ve alınan önlemler de aşağıda belirtilmiştir:[9]
·         Gayrimenkul sektörüne verilen kredilerin; teminata alınan gayrimenkullerin değer düşüklüğünden ve geri ödenememe durumlarından sorunlu hale gelmeleri,
·         1980’lerde %0,2 – 0,5 bandında bulunan kötü alacakların toplam kredilere oranı 1992 yılında %5’ler seviyesine kadar çıkmıştır.
·         Nordbanken ve Första Sparbanken bankaları yaşamlarını sürdürebilmek için yeni kaynaklara ihtiyaç duyduklarını belirten bir açıklama yapmışlar, bunun akabinde Nordbanken bankasına sermaye, diğer bankaya ise kredi garantisi sağlanmıştır.
·         1992 yılında bankalar üzerindeki baskıyı azaltmak amacıyla hükümet bankaların taahhütlerini yerine getireceğine dair garanti vermiştir.
·         1992 yılının Eylül ayında Gota Bank iflas etmiştir.

1992 yılında İsveç kronu dalgalanmaya bırakılmış ve Finlandiya’da olduğu gibi krizin etkisi 1994 yılının sonunda giderilmeye başlanmıştır. Görüldüğü gibi birbirlerine benzer özellikler gösteren ve aynı zamanlarda meydana gelen İsveç ve Finlandiya krizleri gelişmiş ülkelerde de bankacılık krizleri görülebileceğini ortaya koymak açısından önemli örneklerdir. Bu krizlerle eşzamanlı olarak gerçekleşen ve 1988 – 1993 yılları arasında seyreden Norveç krizi de diğer baltık ülkeleri krizleri ile aynı özellikleri göstermiş ve kötü alacakların toplam alacaklar içindeki payı 1992 yılında %10’lar seviyesine kadar çıkmıştır.[10]


[1] Türkçe Bilgi, “İsveç Tarihi”, (Çevrimiçi) http://www.turkcebilgi.com/%C4%B0sve%C3%A7%20tarihi, 16 Nisan 2006.
[2] Aydan Aydın, “İsveç  Bankacılık  Sistemi Kriz, Krizde Yapılanlar ve Kriz Sonrası”, Bankacılar Dergisi, 2002, No: 40, s. 13-14.
[3] Jan Hansen , “Financial Instability and Monetary Policy: The Swedish Example”, (Çevrimiçi) http://www.bcb.gov.br/htms/Seminarios/estabilidadeFinanceira/speaking_notesJan%20Hansen.pdf, 21 Nisan 2006.
[4] Aydın, a.g.e., s. 13-14.
[5] Swedenabroad.com, “Banks in Sweden”,http://www.swedenabroad.com/SelectImage/9408/CRISIS.pdf,
[6] Aydın, a.g.e. , s. 13-14.
[7] Randall Kroszner seminer notları, “Non-Performing Loans, Monetary Policy and Deflation: The Industrial Country Experience”, Economic and Social Research Institute Cabinet Office (Japonya), Tokyo, 20 – 22 Mart 2002, s. 8.
[8] Moody’s Investors Service, “The Swedish commercial Paper Market”, http://www.moodyskmv.com/research/files/wp/sf2639.pdf,
[9] Swedenabroad.com, a.g.e.,
[10] Bent Vale, “Dealing With The Banking Crisis In Norway 1988-1992”, http://www.iadi.org/html/App/SiteContent/CONFERENCE%20IADI%20presentation%20Seoul%

Finlandiya Finansal Krizi

Finlandiya 1809 tarihine kadar İsveç hakimiyeti altında yaşamış ve bu yılda da Rus Çarına bağlı Özerk Çar Dukalığı olmuştur. 1865 tarihinde Finlandiya kendi para birimi olan Markka’yı çıkarmış ve ekonomik büyümeyi hedefleyen bir politika izlemeye başlamıştır. Sovyet Rusya Hükümeti 31 Aralık 1917’de Fin bağımsızlığını tanımıştır. Komşu devletler ve batı ulusları tarafından da tanınma süreci hızlı bir şekilde gerçekleşmiştir. İkinci Dünya Savaşının sonunda Finlandiya, topraklarının %10’u ile 100,000 insanını kaybetmiştir. Bunlara rağmen, Finlandiya’nın güçlü bir ekonomik yönetime sahip olmasından gelen ünü, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde yabancı borçlarını ödemesine ve İkinci Dünya Savaşının ardından Marshall yardımı almadan yeniden yapılanmasına dayanmaktadır.[1]

İkinci dünya savaşının ardından 1950’1i yıllarda başlayan hızlı sanayileşme ile birlikte Fin ekonomisi 1980’1i yılların başına kadar kamu müdahalelerini de içeren piyasa ekonomisi kuralları ile oldukça başarılı bir şekilde yürütülmüştür. Ancak 1980’li yılların ortasına gelindiğinde finans piyasasında uygulamaya konulan serbestleştirme politikası bir kaç yıl içerisinde hisse senedi piyasasında aşırı bir değerlenmeye yol açmış, hızla büyüyor gözüken Fin ekonomisi kötü bankacılık, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu dış talebin azalması ile iflas eder hale gelmiştir.[2] 

Her ne kadar bankacılık faaliyetlerinin kötü yapıldığı ve yanlış krediler verildiği söylense de aşağıdaki tabloda verilen rakamlar yaşanan krizler içerisinde en uygun kötü alacak oranlarının baltık ülkelerinde gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Fakat bu oranlar bile Finlandiya’da bankacılık aktiflerinin 1991’den 1995’e kadar %33 oranında değer kaybetmesine engel olamamıştır.[3]

Bankacılık Krizlerinde Kötü Alacak Oranları

(Kaynak: Hayri Kozanoğlu, “Yükselen Ülkelerde Bankacılık Sorunları”, MAG, Aralık 2000, s. 77.)  

Finlandiya’nın ekonomik verilerine bakıldığında, 1990 yılından 1993 yılına kadar GSMH’ta %14’e varan bir düşme yaşandığı görülmüştür. 1990’da ise %4 seviyesinde olan işsizlik oranının 1994 yılında %20 gibi oldukça yüksek seviyelere gelmiş olması büyük bir durgunluğun göstergesi olarak kabul edilmektedir.[4] Bunun yanında negatif büyüme ve toplumsal ihtiyaçların artmaya başlamasının getirdiği ilave giderler; ülke ekonomisinde ciddi bütçe açıkları yaratmış ve 1990’larda %10 seviyesinde bulunan cari açığın GSMH’a oranının, 1993’te %50’ye, 1995’te ise %70’e çıkmasına sebep olmuştur.[5]

Tüm bu gelişmeler yaşanırken özellikle düşük faizden ve uzun vadede devlet tahvillerine yatırım yapan bankalar, faizlerin artmaya başlaması ile zarar görmeye ve likidite sıkıntısı yaşamaya başlamışlardır. Bu da karlılıklarını negatif olarak etkilemiş ve aşağıdaki şekilde görülen sonuçların doğmasına sebebiyet vermiştir.

Finlandiya ve İsveç’te Bankaların Özkaynak Karlılığı
(Kaynak: Peter Englung, Vesa Vihriälä, “Financial Crises in Developed Economies: The Cases Of Sweden and Finland”, Pellervo Economic Research InstituteWorking Papers, Mart 2003, No: 63, s. 28.)

Tüm bu olumsuzlukların ardından aşağıda belirtilen önlemler ve gelişmeler ile krizden çıkış sağlanmaya çalışılmıştır:[6]
·         Eylül 1991     : Skopbank, Finlandiya Bankası tarafından devralındı.
·         Nisan 1992     : Hükümet Garanti Fonu kuruldu.
·         Eylül 1992     : Marka dalgalanmaya bırakıldı.
·         Ekim 1993     : Finlandiya Tasarruf Bankası’nın aktifleri oluşturulan Arsenal AMC’ye transfer edildi.

Yukarıda alınan tüm önlemler ile ekonomide rahatlama sağlanmaya çalışılmış ve 1994 yılı sonu itibariyle de kriz etkileri ortadan kalkmaya başlamıştır.


[1] Finlandiya Büyükelçiliği, “Finlandiya Tarihi”,http://www.finland.org.tr/doc/tr/finfo/Tarih.html,
[2] T.C. Helsinki Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Ülke Profili 2001 Finlandiya, Helsinki, T.C. Helsinki Büyükelçiliği, 2002, s. 8.
[3] Takeo Hoshi, Anil K Kashyap, “Solutions to Japan’s Banking Problems: What Might Work and What Definitely Will Fail”,http://www.esri.go.jp/jp/workshop/040903/040903Kashyap.pdf,
[4] Seppo Honkapohja, Erkki Koskela, “Finland: How Bad Policies Turned Bad Luck into a Recession”, (Çevrimiçi), http://www.cepr.org/press/EP29%20finland.htm, 13 Nisan 2006.
[5] Hannu Uusitalo, “Economic Crisis and Social Policy in Finland in the 1990’s”, Social Policy Research Center Papers, Ekim 1996, No: 70, s. 4.
[6] Randall Kroszner seminer notları, “Non-Performing Loans, Monetary Policy and Deflation: The Industrial Country Experience”, Economic and Social Research Institute Cabinet Office (Japonya), Tokyo, 20 – 22 Mart 2002, s. 6.